Yok yok! O eski bayramlar artık olmayacak!

Yok yok! O eski bayramlar artık olmayacak!

Mutlaka duymuşsunuzdur. Büyüklerimizin hatta bazen bizlerin bir oh çekerek hasretle andığımız o geçmişi, eskiyi arayan ifadelerini hatırlarız hep.

Yani bayram günlerinde: “Aaah o eski bayramlar nerede?” diye. Kesin olarak bilin ki, o eski bayramlar artık olmayacak. Evet, yanlış okumadınız o eski bayramlar bundan sonra olmayacak. Bu durum, hem, eşyanın tabiatına aykırı, hem de, zaman, mekân değişiminden kaynaklanan hayat anlayışımızdaki farklılıklar sebebiyle olmayacak. Eğer o eski bayramları aynıyla yaşayabilseydik, belki de bizler bu gün, o bayramlardan zevk almayacaktık. Zevk alamazdık, çünkü, o bayramlara tat veren ruh hâlimiz tamamıyla farklı. Üstelik buna, bizim gibi “gurbet”te yaşayan göçmenlerin içinde yaşadıkları tüm şerait de eklenince, hayıflandığımız bayramları yaşayamayız. Belki, o eski bayramlara ihtiyaç yoktur da. Eğer buna ihtiyaç duyuyor isek, ihtiyaç duyduğumuz tek şey, bayramın aslî ruhunu yeniden hayatımıza ve içinde bulunduğumuz şartlara uyarlamamız olacaktır.

Aslını sorarsanız, bayramlar eskimiyor, onları bizler eskitiyoruz. Ne yazık ki, zaman zaman öykünsek de, büyüklerimizin güzel geleneklerini, bayramlara tat katan davranışlarını küçümsüyoruz. Çok çok küçük bir örnek. Yapanlarımıza haksızlık etmeyelim, amma ve lakin, ceplerde, bir küçük çocuk gelir de bayram sevinci olarak, gönlünü alıp, o masumiyeti ile duasını beklemek amacıyla taşınan şekerlerin, bozuk paraların geri gelmesi mümkün değil mi? Mümkün. Buna imkânımız yok mu? Var. O zaman, bayramların eskidiğini nasıl söyleyebiliriz? Eskiyen aslında bizleriz. Üstelik bayramlar her sene iki kere bize kendilerini arz ediyorlar da biz onları eskidi sanıyoruz.

Bayramın birinci temel ruhu, sevindirmek ve sevinci ortak olarak paylaşmak değil midir? Yaşları ortanca ve daha büyük olanlarımız, kendi çocukluklarını bir hatırlasınlar; hepimiz nasıl da bir bayram telaşı içindeydik. Hani o zamanlar, çocuklar büyüklüğe bir adım atabilmek için, (ki o bir adım, bir arpa tanesi kadar boylarının uzaması idi) arefe günü gelmeden bir akşam önce mutlaka gusledip yıkanırdı. Geçmişlerini unutmamak için, sabahleyin ilk yapacakları iş, güneş doğumu ile birlikte kabristana gidip, en yakınlarından başlayarak, başta Hz. Âdem (a.s.) olmak üzere, Peygamberimiz (s.a.v.) ile birlikte tüm peygamberlere, ümmetin tüm âlimlerine ve fakat yalnızca adaletli sultanlara, bilinen ve bilinmeyen her bir ferdi için dua ederdi. Şimdi diyelim, doğrudan kabristana gitme imkânımız yok. Lakin o ruhu, aynıyla evimizde yaşama imkânımız da mı yok? Kısacası bu, kaybedilen bayramın değil, kaybedilen ruhumuzun resmidir, aslında.

Her bayramda iki şey dikkatimi çeker durur hep. Birincisi, bayram vaazlarının vaz geçilmez tavsiyesidir ki, bu tavsiye, bayramın aslî ruhunu yansıtır. “Üç günden fazla birbiriyle dargın ve küs duranlar bizden değil” hadîs-i şerifinin hatırlatılarak, ümmetin birbirine olan kardeşliğinin pekiştirilmesi için yapılan bu hatırlatmanın yanı sıra, Bayram hutbelerindeki tekbirler ve “La havle vela kuvvete illa bi’llahi’l Aliyyi’l Azim” ifadeleridir. Neden bu kadar kısa, ama bir o kadar da özlü ve anlamlı? Evet insanları unutmayacağız da, bizlere bugünleri bahşeden Rabbimizi hiç unutmayacağız. Zira O, tek ye yalnızca en büyük ve en güçlü iktidar sahibidir. Hayatımızın temellerini bu anlayış üzerine kurabilirsek, ancak o zaman, eski bayramları bırakıp, her yeni bir bayram, bizler için, iyi birer Müslüman olarak sevinçlerimizi de üzüntülerimizi de paylaşabileceğimiz bayram olabilir.

Hepimiz biliriz ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bayram günlerinde oruç tutmayı yasaklamıştır. Bu yasağın hikmeti nedir ki? Düşünmek zorundayız. Ve Efendimizin bayram gününü aynıyla takip edersek, her bayramı yeni bir bayram yapabiliriz. Hatırlayalım. Güneş doğduktan sonra, ümmetin çoluk-çocuk, kadın, yaşlı demeden hepsini “Musalla”ya çağırırdı Efendimiz. (Musalla, namaz kılınan yer, meydan demektir.) Ki bu amaçla, Medine’de mescide 700-750 metre uzaklıkta bir meydan yapılmıştı. Bu namaza herkes davetli idi. Hatta rivayetler, namaz kılma durumunda olmayan kadınların dahi musallaya çağırılarak, namaz kılındıktan sonraki duaya iştirakleri ve verilen hutbeyi dinlemeleri hususunda ittifak hâlindedir. Alanın büyüklüğü ve arkadaki kadınlara sesinin gitmemiş olabileceği ihtimali ile de Efendimiz, özel olarak kadınların bulunduğu bölüme gider ve orada onlarla yeniden sohbet eder ve nasihatte bulunurdu. Namaz kılma alanında, namaz sonrasında müminlerin birbirleri ile kucaklaşmaları ve bayramlarını tebrik etmeleri için imkân oluştururdu. Farklı yörelerden gelseler de, örneğin, Habeşliler kendi geleneklerine göre eğlenceler düzenlerler ve bu eğlenceleri Efendimiz ehli ile beraber izlerlerdi.

Ramazan Bayramı öncesi, acaba, fıtır sadakası niçin verilir; Kurban Bayramı’nda da ümmetin, yoksullarının gönüllerinin alınması için, kurban niçin kesilir? Yani, neden sadakalar, tam namaz öncesinde verilir, kurban tam da namaz sonrasında kesilir? Her hâlde, bayramlaşma imkânı olmayanlara da, bayramın farkını göstermek içindir. Elbette ki Allah böyle emretmiştir. Emretmiştir de, bunun hikmet-i ilahîsini bulmak, aramak ve o hikmete binaen bu emre tâbi olmak da bizim görevimizdir.

Bayramınız mübarek olsun.