Yazmadan Yazı Yazanlar  ve Hainlik Sanatı

Yazmadan Yazı Yazanlar ve Hainlik Sanatı

Sefiller. Bu söz sizde neyi çağrıştırıyor bilemem ama, bende Victor Hugo’yu çağrıştırır hep. Diyebilirsiniz ki, ama Sefiller (Les Misérables) onun bir kitabının adı. Doğru söze ne denilir. Lakin, ben Sefiller denilince kitabı değil, Victor Hugo’yu hatırlıyorum. Şimdi kitap mı, Hugo mu tartışmasına girmeyeceğim.

Bu kitap üzerinden, yazmadan yazı yazanları, tercüme ederken her tarafa ihanet edenleri yazmak istiyorum. Onun için de yazının başlığının bir kısmı Umberto Eco ustadan uyarlama oldu. Derdi ki, usta: La traduzione è l’arte del fallimento. Yani, “tercüme bir başarısızlık sanatıdır.”

İşte Sefiller denilince, Victor Hugo denilince hususan Türkçede aklıma, aynı zamanda tercüme işinin neredeyse hep başarısızlık sanatı ve hatta hıyanet olduğu gelir. Daha bir kaç gün önce Ramazan Uçar hoca bir ayetin mealini gösterdi: “Bu Türkçe bu ayette bu anlama gelebilir mi?” diye sordu. Aldık baktık, Arapça kelimelere Türkçe kelimelere mümkünatı yok!

Hani İtalyan yazar Giuseppe Giusti, “Traduttori traditori” (tercümanlar haindirler) diye bir atasözü aktarır ya onun gibi. Tercümeye sadık kalmayan tercümanlar bu işleri ile üç tarafa da ihanet etmiş oluyorlar. Bir: Asıl dilin kültürüne. İki: Tercüme ettikleri dilin kültürüne. Üç: Yazara ve okuyucuya.

Sefiller bu anlamda, ihanet sanatının bir örneği olarak Türkçede ilk sıralarda olmakla birlikte aynı zamanda diğer dünya dillerinde de öyledir. O yüzdendir ki, Les Misérables kitabının ismi pek çok batı diline çevrilmemiştir. İngilizce: Miserables; Almanca: Die Elenden şeklinde tercüme gayretleri olmuş ama, Les Misérables asıl ve asil olarak kalmıştır.

Bizdeki hikâyesi bambaşkadır. Fakat tercüme işi ile uğraşanlar mutlaka Les Misérables’in Türkçeye çevrilme tartışmalarını okumalıdır. Öyle ki, son dönem Osmanlının en büyük dil bilimcisi Münif Paşa, Şemseddin Sami, Hasan Bedrettin, Ahmet Mithat Paşa, Avanzade Mehmed Süleyman, Namık Kemal ve İsmail Habib Sevük gibi dev edebiyat ve tercümanların Sefiller üzerine yaptıkları tartışmalar öylesine derinliklidir ki, tercüme işinin tam da Umberto Eco’nun dediği gibi bir başarısızlık sanatı olduğunu, ama, kesinlikle burada başarısızlığa yer olmadığını anlayabilirsiniz.

Hani dedik ya, Les Misérables’i diğer Batı dillerine çevrilmekten vazgeçiren sebepler, Türkçede Şemseddin Sami’nin Sefiller’i ile noktalandı. Zira, Les Misérables’in ilk çevirideki karşılığı Hikâye-i Mağdûrin (Mağdurların Hikâyesi) idi. Şemseddin Sami: “Bu mana, doğru mana vermiyor; en iyisi Sefiller” diye diretince Hugo’nun kitabı Türkçede artık Sefiller diye nâm saldı. İsmail Habib Sevük ise Namık Kemal gibi “Bî Çareler” (Çaresizler) olması gerektiğinde ısrar eder.

Yeri gelmişken, Les Misérables Arapçaya El Buesâ diye sefil ile çaresiz kelimelerinin her ikisinin de ortak manasında çevrilmiştir. Lakin Sefiller kelimesi de zaten Arapçadır ve de aynı manadadır. İsimlendirme üzerinde bu kadar tartışmanın ne anlama geldiğini anlamak için eserin Fransızca bilenlerce Fransızca, ya da,  Avanzade Mehmed Süleyman tercümesine dayalı okumasını tavsiyesi ediyoruz. Çünkü bu isim, kitabın tam bir özeti ve tek bir manası da yok. Onun içindir ki, kitabın isminin tercümesi hakkında okuyucunun “Ha sefil olmuş, ha çaresiz, ha mağdur ne fark eder?” diye bir itirazı olabilir mi? Olabilir, olmasına da, ya buna Victor Hugo ne der?

İşte bu soru, ilk Türkçe tercümelerin tartışmasında öylesine derinlemesine incelenmiş ki, o zamanlar tartışmaların yayımlandığı gazetelerden birisine Paris’ten gelen şu şekildeki bir mektup konuyu çok güzel izah ediyor. “Bir Türkçe ki, Victor Hugo görse kendi eserindeki Misérabe’ları unutup bu tercümeyi çıkarana (hey misérable) deyü izhar-ı tehevvür-i bî-ihtiyar eder idi.”

Dikkatinizi çekerim! Tercümeyi yapan Şemseddin Sami gibi bir devin yanı sıra bu tercümeyi savunanlar arasında bulunan yine Osmanlının dev devlet adamlarından Ahmet Mithat Paşa’ya hitaben yazılıyor bu söz. Belki de Şemseddin Sami’ye “Hey zavallı!” diyor bu okuyucu.

Açıkçasını söylemek gerekirse, 1920 sonrasında Sefiller’in Türkçe tercümeleri ya Hikâye-i Mağdûrin (Mağdurların Hikayesi) ya da Şemseddin Sami’nin Sefiller’inin tercümesidir. Ya da “hainlik sanatı”nın ürünü olarak, yazmadan yazı yazanların tercümesi.

Bu kadar kelime ile ne demeye çalıştığımı soruyorsanız, oraya gelelim. Tercüme sanatı hakikaten zor, her iki dilin geliştiği, geliştirdiği, büyüdüğü, büyüttürdüğü kültür ortamını aynen yansıtmalıdır. Aslının aynı da (mot à mot), gayrı da olmayacak. Ama bu çok zor. Zira sadece Türkçe de Tanrı diye kullanılan kelimenin tercümesi olan diğer dillerdeki manalarının aynı olmadığı gibi. Hintçedeki Dev’i, Latincedeki Deus’u, Grekçedeki Theós’u Almancadaki Gott’u ve Arapçadaki İlah’ı aynı sanıyorsanız ve tercüme edeceğiniz eserlerinizde bu kelimelere bu karşılıkları verecekseniz “tercümanlar haindirler” tanımlamasına hak vermek gerekecek.

Amma işin bir de amması vardır ki, o da, bundan kaçış yoktur. Allah kelimesini bu tartışmaların dışında tutarak, İngilizce God, Almanca Gott diyorsa birisi, sen Türkçede buna mecburen Tanrı diyeceksin. Burada şunu da bilmelisiniz ki, bu yazının amacı bu şekilde bir kaç kaçınılmaz kelimenin tercümesindeki yanlışlara dikkat çekmek değildir. Aksine, tercüme işinin ne kadar da zorlu ve hatta sanat olduğunu hatırlatmaktır.

Sözü Sefiller’den açmışken şöyle bir selam vermek de gerekir:

Sefiller, her ne kadar, yoksulluğu anlatsa da Hugo’nun tabiri ile “insan”ı anlatır: “(Sefiller) Tüm halklar tarafından okunur mu bilmiyorum, ama ben hepsi için yazdım… Toplumsal sorunlar sınırları aşıyor. İnsan türünün tüm dünyayı kaplayan o geniş yaraları dünya haritasındaki mavi ya da kırmızı çizgilerde durmuyor. Erkeğin cahil ve umutsuz olduğu, kadının ekmek için bedenini sattığı, çocuğun kendini eğitecek bir kitabın, kendini ısıtacak bir ailenin yokluğunda acı çektiği her yerde Sefiller kitabı kapıyı çalıp şöyle diyor: Sizin için geldim, sayfalarımı çevirin. Uygarlığın şu anki iç karartıcı ortamında, sefil insan anlamına geliyor; her ülkede eziyet çekiyor, her dilde inliyor.”