“Müslümanlar Olarak Gelenek-Modern Geriliminden Kurtulmalıyız”

“Müslümanlar Olarak Gelenek-Modern Geriliminden Kurtulmalıyız”

Hocam, İslam tarihi boyunca dini anlama ve anlamlaştırma çabalarında iki ana akım var. Birisi ehl-i re’y, diğeri de ehl-i hadis. Ama günümüzde bu ayrım tamamıyla birbirine karışmış durumda. Öyle ki, günümüzdeki kimi ehl-i re’y savunucuları, ehl-i re’y geleneğinden gelen Müslümanları dahi “nassçı” veya “metin merkezli” dindarlık anlayışına sahip olmakla eleştiriyorlar.

Bugünkü tartışmalar çok boyutlu, bu şekilde tek boyutlu değil. Üstelik İslami düşünce bugün en bedbaht devirlerinden birini yaşamaktadır. Özellikle ideolojilere boyun eğmiş bir dinî düşünce söz konusu. Bu nedenle Müslümanların sahip olduğu bu dinî düşünce çok içe kapanık durumda.

Maalesef, İslami düşünce bugün, özgürlüğün veya diyalogların yeri olan açık bir kent meydanı olarak değil esirgeyen ve kimliklendiren kapalı bir hacim, küçük bir kale olarak düşünülmektedir. Bu kale yüksek yüksek duvarları, surları olan bir kaleciktir.

Ehl-i re’yden Ebû Hanîfe’nin en fazla eleştiri alan yönlerinden birisi, kendi görüşünü ortaya koyabilmesidir. Kendisine şöyle demişlerdir: “Biz, Allah şöyle buyurdu, Resulullah da şöyle dedi.” diyoruz; sen “işittim ama benim görüşüm şu” diyorsun. Ebû Hanîfe’deki güvene bakar mısınız? Kur’an ve hadisler ortada iken “benim görüşüm bu” diyebiliyor.

Bunun için günümüz İslami düşüncesi çok korkak. O yüzden de güvenli bir limana sahip değil.  Ebû Hanîfe’nin özgürlükçü yönteminden çok uzaklarda. Aksi olsaydı fikirden, fikirlerden çekinmek, korkmak bu kadar kolay olmazdı. Cemil Meriç’in bir ifadesi vardır; “fikir Aşil’in kılıcı gibidir; kendi açtığı yarayı kendi iyileştirir.” Şu aşamada farklı fikirlere, farklı hayat tarzlarına tahammülümüz yok.

Ehl-i hadisi bir yana bırakırsak, geleneğe bağlı bugünkü ehl-i re’yin endişesi: Dinin kaynağı olan “nass” veya “metinlerin”, yoruma veya modern idrake kurban edilmeleri şeklinde. Bu tavır da “modern din” anlayışının dini “bozma tehlikesine” karşı bir tedbir değil mi?

Aslında, “gelenekçi”miz de dahil hepimiz “modern idrak” sahibiyiz. Burada sadece yoğunluk farklı. Yani, “metin (nass) merkezli” dinî düşünceyi savunanlar da bu modern idrake sahiptirler. Çünkü hep eski elbiselerden bahsettikleri hâlde, habire üstümüze «geçmiş» giydirdikleri hâlde, buna rağmen, o geçmişin elbiselerini ise günümüz yani modern terziler dikmektedir. Bunlara göre Kur’an ve hadis depolanmış bir envanter gibidir. Yerel agoraya meşruiyet kazandıran bir işleve sahip. Ve bu yapılanları da din meşrulaştırıyor sadece.

Gelenekçi tutumun, sizin örneğinizdeki gibi “modern” veya “modern terzilik” diye tanımlanmasını örneklemek mümkün mü?

Aslında bundan kaçış yok. Çünkü, hepimiz sadece tarihimizin değil ama aslında daha çok, tarihimizin olduğu kadar zamanımızın da bir ürünüyüz. Bu nedenle artık başka sorulara daha fazla yer açmak gerekmektedir. Müslümanlar olarak bu gelenek-modern geriliminden de kurtulmalıyız. Bilelim ki, artık modern ya da gelenek birbirinin tam karşıtları değildir. Aksine, gelenek ve modern iç içe geçmişleridir.

Günlük hayatımızdan tesettür konusunu burada örnek vermek mümkündür. Gelenekte tesettür, kadın ile erkeğin mekânsal ayrışmasını, babaların ve kocaların karıları ve kızları, erkeklerin kadınlar üzerindeki otoritesini belirleyen, akrabalık bulunmayan erkekler ile kadınlar arasındaki ilişkileri büyük ölçüde kısıtlayan ve kadını toplumsal hayattan uzaklaştıran bir “dinsel kültürel” davranış biçimi iken, şimdilerde tesettür, sanki bunların tam aksini gerçekleştirici bir fonksiyon gütmektedir. Bugün tesettür, kadın ile erkeğin mekânsal buluşmasını, kadınların okuma, iş, eğitim ve benzeri seçimlerini temsil eden otoritesini, akrabalık bulunmayan erkeklerle bir araya gelme biçimini ve kadının toplumsal hayata katılımını, kamusal alanda hareket özgürlüğüne duyduğu arzuyu temsil etmektedir. Yani, artık tesettür modernitenin de bir sembolüdür…

O zaman, “ne yapılmalı” sorusu aklımıza geliyor.

Şunu da unutmayalım, günümüzde tahakkümcü bir modernite, yerini kültürel özgüllüklerle takviye edilmiş bir moderniteye bırakmıştır. Gelenek ise, hem bölünmüş hem çoğullaşmıştır. Modernitenin evrenselliğinde ısrar etmek ne kadar yanıltıcı ise “paranoyak bir gelenekçilik” de o derece yanıltıcı olabilir.

Dinin kaynağının “nass” olması bakımından bir Müslüman’ın nassları esas almasını doğru bulmamak, bir çelişki doğurmuyor mu?

Nasslar kaynaktır. Bu kaynağın bir de maksadı vardır. Dinin kaynağı, insanı sonsuzluk tecrübesine dahil etmek suretiyle insaniyetini gerçekleştirebilme, insan onuruna yakışır bir hayat sürmesini sağlama, adalet, merhamet, özgürlük ve ahlak temelli bir nizam oluşturmadır. Buna, “Dinin maksadı bu, kaynağı değil” diye karşı çıkılabilir. Ama, nassçı tutumda kaynak ve maksat birdir. Nass, bu kaynağa ve maksada ulaşmada sadece bir vasıtadır. Vasıta kaynağın ve maksadın yerine konamaz.

Gerçekte bugün nasstan çok yorum ön plana çıkmıştır. Nass orada duruyor. Değişmiyor. Değişen insanların ona bakış açısı. “Namaz kılın” emri de nastır, “yeryüzünü dolaşın” emri de… Şimdi bunlardan ilkinin farz, diğerinin güzel bir eylem olduğunu belirlemiş olan beşeri iradedir.

Selefiler, siyasal İslamcılar, Vahhabiler “nassın zahirini esas alma” iddiasını dile getirmişlerdir. Ama bu sadece bir iddiadır. Çünkü nassın zahirini esas alma aslında bir güç istencidir. “Sözün kesin olması” onun yetki ile dolu olması anlamına gelmektedir. Söz kiminse hüküm de onundur.