Ma’rûfu Emretmede Ailenin Emir Yetkisi
- HAYAT
- 26 Aralık 2020
nceki yazımızda El emru bi’l ma’rûf ve nehyu ani’l munker ilkesi etrafında ma’rûfu emretmenin kamu otoritesinin yetkisinde olan bölümünü değerlendirmiştik. Bu yazımızda ise ma’rûfu emretme ilkesinin aile içerisinde uygulanışını ele alacağız.
Kur’an’da aileye ma’rûfu emretme yetkisini “Ailene salâtı (namazı) emret, sen de namaz kılmaya sabırla devam et” (Tâhâ suresi, 20:132) ayetiyle, Hz. İsmail (a.s.)’ın özelliklerini anlatan “o ehline (ailesine) namazı ve zekâtı emrederdi” (Meryem suresi, 19:55) ayetinde görebiliyoruz.
Ayetlerden de anlaşılıyor ki, kişi fıtraten emretme konumunda olabilir veya emredebilecek o konuma resmen yükseltilebilir. Dikkat edilecek olursa zikredilen ilk ayette kişiye (Peygamberimize) ma’rûfu (namazı) emretme görevi veriliyor. İkinci ayette ise İsmail (a.s.), bulunduğu konum itibariyle doğrudan âmirlik vazifesini eline alıyor, böylece, emretmeye memur konumunda bulunuyor. Bunun bir diğer anlamı, mutlak emretme yetkisinin sadece Allah’a ait olduğudur. Allah’ın haricinde her amir, aynı zamanda memurdur ve dolayısıyla insan için mutlak amiriyyet (emretme yetkisi) yoktur.
Burada önemle üzerinde durulması gereken bir husus “devletin resmî emrediciliği” ile “ailenin fıtrî emrediciliğininin” birbirinden farklı olduğu hususudur. Dolayısıyla, bu şekilde Allah’ın hakları ile kulların haklarının mahiyetinin de farklı olduğu ortaya çıkar.
Çünkü, ma’rûflar arasında hem Allah’ın hakkı hem de kulların hakkı olanlar vardır. Dolayısıyla ikisi arasında bir ayrıma gidilmeksizin her ma’rûfun devlet eliyle ve diktesiyle yaptırılması durumu emr-i bil ma’ruf ilkesine aykırıdır. Zira devlet kanunları, kahır ve istila yoluyla, yani, zorla ve baskıyla emretme vazifesini ifa ederken, insanlar arasında ma’rûfu emredenlerin böyle zorlama ve baskı yapma hakkı yoktur.
Ancak ma’rûfu emretmekle mükellef olan insan (kişi ve kişiler) bu vazifeyi ifa etmekle mükellef olduğuna göre, bu mükellefiyet nasıl yerine getirilecektir? İşte kişi ve kişilerin ma’rûfu emretme vazifesini ifa etmeleri, iyiliği (hayr) yaşamak, kötülükten (şerr) uzak durmak, gücü yetiyorsa kötülüğü kendi eliyle düzeltmek ve varsa uzmanlığı, bunu insanlara en uygun dille anlatmak şeklinde olacaktır. Bu emre muhatap olan kişi ve kişiler eğer ma’rûfu emreden kişi ve kişilerin akranlarıysa onlara en müsait şartlarda en güzel dil ile rica edilir, üst makam, yaş gibi yukarıda bulunanlara ise bütün tevazu ve alçak gönüllülükle arz edilir.
Örneğin yaratıcıya yakarma olarak namaz, fıtrî ve evrensel bir hayırdır. Bunun anlamı, namaz sadece hayır değil, aynı zamanda ma’rûf olan bir hayırdır, demektir. Bütün milletlerde, geleneklerde ve bütün coğrafyalarda özü itibarıyla namaz vardır. Fakat devlet, namazı vatandaşlara emredip zorla yaptıramaz. Bunun nedeni, namazın sadece Allah ile kulu arasında bir hak ve vecibe olması; kul ile kulun arasında olan hak ve sorumluluklar gibi olmamasıdır.
Ama, devlet kullar arası hak ihlallerinde münkeri nehyeden olarak devreye girebilir, ma’rûf olanı zorla da olsa yaptırır. Eğer devlet insanlara Allah’ın haklarını da dikte ederse, dinde aranan ihlas ve ihsan asla tahakkuk etmez. Bunun içindir ki, devlet zorla namaz kıldıramaz, oruç tutturamaz ve bu tür ma’rûf vecibelerde yaptırım uygulayamaz. Fakat devlet, dinî vecibelerin yapılması ve özgürlüğünün sağlanması için ortamı hazırlar ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar önüne çıkan engelleri kaldırır.
Allah’ın hakkı olan namazın geçtiği yerlerde aile reisinin emretmesinden bahsedilmesi, namazın, devlet tarafından gerektiğinde emredilerek yaptırılacak bir farz değil, aile tarafından uygulanıp uygulatılması gereken bir farz olduğunu gösterir. Namaz kılmayan çocuk ve gençlere, aile, merhamet ve şefkat eliyle karışacak, onlara namazı hatta İsmail (a.s.) örneğinde olduğu gibi zekâtı emredecektir.
Kur’an’da, yetkilendirilmiş ehil bir ekibin Müslümanlara ma’rûfu emretmesi, münkeri yasaklaması gerektiği ifade edilir ki, bu polis ve zabıtaya ve onları yetkilendiren kanunlara, kurumlara ve sisteme işaret eder. Medeniyet tarihimizde bu müesses nizamın adı hisbe teşkilatıdır. Müslümanlar içerisinden ma’rûfu emredecek bir “ümmet” teşkil olunur. Ümmet kelimesinin de anne (ümm) ve başkan (imam) ile aynı kökten olduğu düşünülecek olursa, ailede de emr-i bi’l ma’rûf nizamı olduğu anlaşılacaktır.
Bütün Müslümanlar, ma’rûfu emrederlerken, akranları olanlara iltimasta ve ricada bulunurlar, üst makamda olanlara da iyilik ve kötülük hallerini arz ederler. Bu şekildeki bir davranış genel hayra davet kapsamındadır. Arkadaş arkadaşı uyarabilir, hayır bildiği şeye davet edebilir. Fakat bunları yapmayı emredemez. Yine, vatandaşlar devlet başkanına, valiye, kaymakama ma’rûf ve münkere dair ahvali arz edebilirler. Fakat asla onlara emr etmeye, dikte etmeye, çıkışmaya, kalkışmaya meyledemez ve bunun adını da emr-i bi’l ma’rûf koyamazlar.
Ailede ise, anne-baba, dede-nine ve diğer büyükler, ma’rûfu yaşayarak sabırla örnek olmaları gerektiği gibi onlara emredebilirler. Bu emir, aile içi ilişkilerin özelliği ve aile mensuplarının birbirlerine karşı olan sorumlulukları ile orantılıdır. Onun içindir ki, ailede, ana-baba gibi aile büyükleri, yani sorumlu olan kişiler, bir yönüyle Allah hakkı olan diğer bir yönüyle kulların hakkı olan zekâtı da, bütünüyle Allah hakkı olan namazı da emredebilir. Bu emir, yine devletin emretme ve gerektiğinde cezalandırmasından farklı bir emirdir. Zira, aile büyüklerinin çocuklarına yaptırım uygulaması, devletin yaptırımından çok farklıdır. Meselâ, devlet küsmez, ama, aile büyükleri küçüklere küsebilir. Bu küsme bir nevi yatırımdır. Bazen küçüklerin de büyüklere küstüğü olur ki, bu da büyükler için bir ceza olur.
Dolayısıyla, ailede ana-baba gibi büyükler çocuklar gibi küçüklere namaz, zekât ve diğer ibadetler gibi Allah’ın haklarını emreder; içki, kumar ve hırsızlık, diğer insanlara hakaret gibi münker işleri de yasaklayabilirler. Bu emir ve yasaklamalara uymayanlara uygulanacak yaptırım da aile müessesesinin gerektirdiği yaptırım şeklinde olacaktır.