Ma’rûf ve Münker Kavramları Ne İfade Ediyor?
- HAYATSürmanşet 2
- 27 Kasım 2020
Üç yazıda anlatacağımız ma’rûf ve münker kavramlarının iyi anlaşılması için bunları hayır ve şer kavramıyla kıyaslamamız, konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Ayrıca, ma’rûf emredilmesi ve münkerin nehyedilmesi meselesinde, bir yönüyle emrin davetten diğer bir yönüyle de rica, arz ve dua kavramlarından farkını ortaya koyacağız. Böylece “ma’rûfu emretme” ve “münkeri yasaklama” kavramlarının yerli yerince anlaşılmasını sağlamaya çalışacağız.
Hak, aklî nazarın (akıl ile bakmanın) yolu ve gayesi olduğu gibi hayır ve ihtiyar (seçmek/tercih etmek) da iradenin gayesidir. Hayır, zaruret, ihtiyaç ve güzellik türleriyle her türlü iyiliği içeren genel bir kavramdır. Ma’rûf ise hayrın içerisinden herkesçe bilinen tanınan ve herkesçe ma’rûf olan, herkesin zorunlu ve kaçınılmaz ihtiyaç gördüğü şeylerdir.
Şer, her tür kötülüğe ve fenalığa söylenen genel kavram, münker ise fenalık genel havuzunun içerisinden herkesçe yadsınan, yadırganan, çirkin görülen, yasaklanması herkesçe gerekli görülen şer yani kötülüktür.
Ma’rûf, akılca güzel görülen her şeydir, dolayısıyla münker de aklın çirkin gördüğü ve inkâr ettiği her şeydir. İslam âlimleri, ayetlerle ve kesin kanıtlarla akıl yoluyla güzel olduğu bilinen şeylere ma’rûf demişlerdir. Buna karşılık, kesin delille kötü ve çirkin olduğu bilinen şeyleri de münkerdir olarak tanımlamışlardır. Bu nedenle ma’rûf, belirli kişilere, mezheplere, meşreplere, bölgelere vs. göre değil, temiz fıtratı bozulmamış, akl-ı selim ve adl-i insaf ile düşünen herkesin bütün zaman ve mekânlarda iyi olduğunda ittifak ettkleridir. Eğer bu şeylerin kötü olduğunda ittifak varsa o zaman bunlara münker denilir. Örneğin din ve ibadet hürriyeti, can emniyeti, hıfzu’s-sıhha ma’rûf olan iyiliklerdir. Fakat evlere ve ibadethanelere ayakkabısız girmek güzel olmakla beraber ma’rûf değildir.
Her Hayır Emredilemez
Hayrın her türüne hikmetle, güzel öğütle ve en güzel mücadeleyle davet edilir, bu yönde insanlara tavsiye ve öğütte bulunulur.
Böyle olduğı hâlde, her hayır ma’rûf olmadığı için emredilmeye kalkılamaz. Sadece hayrın içerisinden ma’rûf olanı, o da sadece ehil ve yetkili olan görevliler (ümmet) tarafından emredilebilir. Çünkü emir üst makamda olanın, alt makamdan talebidir. Üst makamda olmayanlar ma’rûfu ve hayrı kendileriyle eşit düzlemde olanlardan rica edebilirler, büyüklerine ve yöneticilerine arz edebilirler ama emredemezler. Bu rica ve arz da, davet görevinin gerektirdiği koşullara bağlıdır.
Eğer ma’rûf herkesçe emredilebilir, diğer bir tabirle herkes emr-i bil ma’rûf yapabilir olsaydı, Allah ayette “içinizden bir ümmet olsun”, buyurmazdı. Diğer taraftan bütün Müslümanlar birlik olup, bu ideale inanan diğer milletlerle de anlaşarak dünya insanlığına ma’rûf olan hayrı, meselâ, temel insan haklarının korunmasını dikte edebilirler. Zira dünyanın selameti, bütün milletlerce iyi addedilen diğer bir deyişle evrensel değerler olarak da görülebilecek ma’rûfun emredilmesiyle, münkerin de yasaklanmasıyla mümkündür.
Çünkü, temel insan hakları ma’rûf olan iyiliklerdendir. İnsan başta olmak üzere hayvanlardan bitkilere her canlının yaşama hakkı vardır ve bu ma’rûf bir hayırdır. Müslümanlar içlerinden bir yetkili ve etkili topluluğu (ümmet) görevlendirerek bu insan haklarının ikame edilmesi ma’rûfunun, kanunlar çerçevesinde diğer insanlara emredebilirler. Uymayanlara yapılacak olan yaptırımın ise devlet tarafından kararlaştırılıp ve uygulanması öngörülür.
Diğer insanlar ise bu ma’rûfa sadece belirlenmiş yöntemlerle destek olup ona davet ederler. Sıradan insanların en büyük destekleri ma’rûfu yaşamak, münkerden uzak durmakla olur.
Örneğin sıhhati muhafaza evrensel iyliktir, yani, ma’rûftur. Bu alanda uzman ve yetkili makamlar bu ma’rûfun gerektirdiği zorunlulukları takip etmekle yükümlüdür. Bu arada Tanrıya iman etmek ve ona ibadet etmek de hayırdır. Hatta evrensel/ma’rûf bir hayırdır. Fakat bu ma’rûf, iki sebepten ötürü devlet eliyle emredilemez: Birincisi tanrıya iman, dinin özüdür, ihlası, samimiyeti ve kişinin kendi iradesini gerektirir.
Bu durumda, dikte edilmesi ve emrivari yaptırılması bu ilkelere aykırıdır. İkincisi bu ve benzeri haklar ve ödevler Allah ile kulları arasındadır. Yani din yalnız Allah’ın olacak, yalnızca O’na ibadet edilecektir. Buna karşılık, insanların dinlerini özgürce yaşamalarına imkân sağlamak ve bu ortamı hazırlamak ma’rûftur. Bu ma’rûfun yaşatılmasının önündeki engeller ise münkerattır.
Devlet Din Hürriyetini Yaşama İmkânı Sunar, Din Kabul Ettiremez
Bu nedenle insanların din hürriyeti adına devletler, inanç özgürlüğünü koruma altına alma, ibadet güvenliği ve huzurunu sağlamakla yükümlüdürler. Ancak, devletler, bir insana dini kabul etme ve dinini yaşama hususunda baskı yapamazlar.
Kısaca ma’rûf dairesinin içerisinden sadece kullar arası hukuka taalluk eden haklar ve görevler emre konu olabilirler. Kanunları yapılıp, kurumsallaştırılıp resmen icra ve ihya edilirler. Toprağı, suyu, havayı ve doğayı içerecek şekilde hukuku’l-ibâda (insan haklarına) taalluk etmeyen haklar ve görevler, ma’rûf hayır olsalar dahi devlet eliyle dikte edilemezler. Bu ma’rûfun yaygınlaştırılıp yaşatılması için de, işte burada aile ve çeşitli kurumlar devreye girecektir. Aileler, İslami cemaatler ve kişiler de bunu hikmetle yapacaklardır, kendileri de yaşayarak örnek olacaktır.
Devlet, sadece din hürriyetinin imkânlarını sağlar, koruma altına alır, kişileri dindarlaştıramaz. Dinî görevlerde baskı uygulama dindarlık olarak değil, iki yüzlülük olarak nüks eder.