Kimliğin Sırrı Kelime  ve Cümlelerde (mi?)

Kimliğin Sırrı Kelime ve Cümlelerde (mi?)

Geçen yazımızda Almancada kullanılan ilginç terimlerden birisi olan “Deutungshoheit” hakkında yazacağımı bildirmiştim. Lakin, şu mübarek oruç ayı ramazan da kapıdan görünmeye başladığı için ertelemeyi tercih ettim. Bununla birlikte, bu yazının muhteviyatını iyice tahlil ederseniz, “Deutungshoheit” denilen kelimede gizlenmiş sırları da bulabilirsiniz.

Almanca bilmeyenler için bu kelimenin manası biraz garip gelebilir. Aşağı yukarı, “Anlamlandırma, yorumlama yetkisi” gibi anlamlara gelse de buradaki yetki, “anlamlandırma, yorumlama hakkı” demektir. Bu kelimenin bir de “tanımlama gücü” manasına gelen “definitionsmacht” şeklinde kardeşi de var. Yani, bir şeyi yorumlama hakkı ve yetkisi kimdeyse sadece o kimsenin dediği geçerli olur. Nasıl ki Müslümanlar, “Müslüman”dan bahsederken, kafayı takanlar “İslamcı/siyasal İslamcı”dan konuşuyorlar ya. Ve yine biz “cihad”dan bahsederken onlar “cihadist/cihadçı”dan bahsediyor ya. Ve bunun sonucunda Müslüman’ın da cihadın ve mücahidin de bir anlamı kalmayıp, onun yerine “siyasal İslamcı” ve “cihadçı” kelimeleri oturuyor ya. Şimdi, ne demek istediğimi daha kolay anlatabildiğimi sanıyorum. Çünkü, kelimelere, olaylara ve gelişmelere anlam yükleme, yorumlama hakkı ve gücü bizim elimizde değil. Olsaydı, “cihadist”lerin korku saldığı bir dünyadan bahsetmeyecek, aksine, “mücahid”lerin arandığı bir dünyadan bahsedebilecektik.

Konuyu uzatmayalım. Hatırlayanlarınız mutlaka vardır. Bir zamanlar, şair İsmet Özel ile edebiyatçı, araştırmacı ve ilahiyatçı İsmail Kara oturup, o zamanın meşhur ilim ehlinin küçümsediği, ama Türkiye’deki Müslüman ahalinin başucu ve başvuru kitabı olan “Mızraklı İlmihal”i yayınladı. İsmail Kara kitabı takdim ederken şöyle bir cümle kuruyor: “İtiraf edeyim, kitapta yer alan bilgi, zihniyet, bakış açısı ve dünya görüşünün Müslüman Türk halkı arasında sırf muhteva olarak değil kalıp olarak da günümüze kadar bu ölçüde yaşadığını görmekten hem etkilendim hem de hoşlandım. Bu topraklarda yaşayan insanların dînî-ahlâkî, sosyolojik ve siyasi davranışları üzerinde kafa yormak isteyenler için kitapta hayli malzeme var diyebilirim.”

İşte ben de bu yazımda tam da oraya gelmek istiyorum. Mızraklı İlmihal’in yazıldığı tarihten hemen hemen 50-70 yıl sonra (17. yüzyıl) yazılan bir başka ilmihalden alıntılar yapmak istiyorum.

Kimliğin Sırrı Kelimelerdedir

Sebep mi? Çünkü; kelimeler, kelimelerin kullanışı ve bu kelimelerden oluşan cümleler bir insanın kimliğini de yansıtır. Yani, kimliğin sırrı, kullanılan kelimelerde açığa çıkar. Dolayısıyla ilmihalde kullanılan kelime ve cümleler o zamanın insanlarının ruh hâlleri, dinî anlayışları ve sosyal ilişki ve tanımlamalarını da yansıtmaktadır. Bu ilmihalin, eğitim görmemiş, veya sadece okumayı bilen seviyedeki insanlara yazıldığını da unutmayalım. Yani, dinî ve lügat ilimlerindeki derinliği gösterme amaçlı yazılmamıştır.

Alıntı yaparak bir vesileyle ramazan ayına selam vermek istediğimiz ilmihalin yazarı bilinmiyor. Ancak, Türkiye Yazma Eserler Kurumu, kısmen günümüz Türkçesine aktararak yayımladı. Hem matbu hem de elektronik kitap olarak kurumun internet sayfasından erişimi mümkündür. Bilmenizi isterim ki, buraya alacağımız alıntılar, asıl şekliyle değil, manasıyla olacaktır. Hatta bazen de özet olacak. Kitabın “Fi beyâni İslam” asıl başlığı Türkçeye “İslâmın Mahiyeti ve Şartları” şeklinde çevrilmiş. Bu başlık dahi, kitabın yazıldığı dönemde kullanılan ifadelerle şimdi kullanılan ifadelerin kimlikleri yansıtması bakımından önemlidir. Buradaki farklılığı ifade ederken, yanlış tercüme edildi, doğrusu şuydu gibi bir anlamda söylemiyorum. Fahrettin Attar hoca hakikaten enfes bir aktarımda bulunmuş. Söylemek istediğim şey, kullanılan kelime ve cümlelerin aynı zamanda dönemin kimliğini yansıttığını ifade etmektir.

Bakınız o ilmihalin yazarına göre “İslâm’ın binâsı ve direkleri ile muhkem aslı beştir.” Burada fark nedir sorusunu sormakta haklısınız. Bugünün Türkçe konuşan Müslümanı, kelime-i şehadetle başlayan 5 ilkeyi, “İslamın şartı” olarak görürken, o günün Müslüman’ı bunu “İslam’ın binası, direkleri ve muhkem aslı” olarak anlıyor.

Devam edelim. “(İslam’ın) Dördüncü binâsı ramazan ayının orucudur. Müminlere nûr ve münâfıklar onunla mağmûmdur.” Mağmum “bulutlu” demektir. Türkçedeki “gam” da aynı kelimeden gelmiştir. Burada, “mağmum” cümlede kullanılan “nûr” kelimesinin tam tersi manasına öyle enfes bir şekilde kullanılmıştır ki, bu kelime tam da münafıkların durumunu izah eder. “Aydınlığı göremeyecek, gamlı, kederli kimse” manasına gelir. Zira, ramazan ayı, müminleri aydınlığa, ışığa, nura kavuşturup yolunu aydınlatırken; münafığı karartır, üzüntüye, derde, gama sevkeder. Çünkü, münafık, istemediği, kabul etmediği hâlde, kabul ediyormuş gibi görünür. Bu zorlama ve aslında sahte hayat, ona dert olur. Varmak istediği ışığı da kapatır.

Çocuk Ma’sûm Olursa

“İmdi namâz gibi ma’sûmlara i’tiyâd hâsıl olmak içün tutmağa emr ideler.” Bu cümleyi, bugünkü konuştuğumuz kelimelere aktarmaya gönlüm yanaşmadı. İmdi demek şimdi, demektir. Ma’sûm ise, hepimizin bildiği “suçu, kabahati ve kötülüğü olmayan” demektir. Ve çocuk manasına gelir. İ’tiyad, alıştırmak, adet edinmek, kendiliğinden sürekli yapar hâle getirmek demektir. Çocuklara böylesine güzel bir sıfat takmak, aynı zamanda çocukların o şekilde değerlendirildiği anlamına gelmez mi? Nitekim ilmihalin ileri bölümlerinde, konu daha geniş ele alınmaktadır. Ve orada yine çocukların ibadetlere hazırlanıp alıştırılmasına vurgu yapılır: “(Orucun) Üçüncü şartı bülûğdur. Bâliğ olmamış oğlan ve kızlara farz değildir. Lâkin fakih âlimler öyle der: “Yedi yaşına girip de tahammülü olanlara yedirmeyip, namâz kıldırsınlar ve gusül ettirsinler. Hattâ çocukları alıştırıp ibâdetlere rağbet ve muhabbet ettirsinler. Ramazan ayına da ta’zîm ettirsinler.”

Burada yine, rağbet, muhabbet ve ta’zim kelimelerinin bugünkü dilde kullanılan karşılıklarını kullanmadık. Gerçi hepsini biliyormuşuz gibi geliyor. Ama, aslında o kelimelerin ruhundan uzakta olduğumuz için rağbete, ilgi, muhabbete sevgi, ta’zime de, yüceltme diyoruz.

Ne var ki, yukarıdaki cümlede geçen kelimeleri bu yeni kelimelerle değiştirdiğimizde aynı manayı bulamıyoruz. Çünkü gerçek manalarını hayatımızdan kaldırdığımız için sığ kalıyorlar. Meselâ, ilmihaldeki rağbet: isteyerek, özümseyerek, canla başla ilgi göstermek demektir. Muhabbet her ne kadar sevgi manasına olsa da, o da gönülden kopup gelen sevgi demektir. Ta’zim, yüceltmek manasında ise de buradaki anlamıyla, ramazan ayının gerektirdiği gibi geçirilmesi demektir. Öte yandan ta’zim, insanın Rabbinin emrine boyun eğdiğini göstermesi, yani, yaratılmışın yaratıcının yüceliğini ve kudretini, kabul edip ona göre davranması demektir.

İşte bu ve buna benzer manalar, ruh hâli ve anlayışlar bazen bir kelimede, bazen de bir cümlede gizlenip saklanmaktadır. Dolayısıyla kelime ve cümlelerimiz kimliğimizi, hatta hayatımızı yansıtır.