Kelimelerin Hayatı

Kelimelerin Hayatı

Kelimelerin Hayatı başlığı, Türk edebiyatında, “gazete fıkracılığı”nı yerleştiren Ahmed Haşim’e ait bir başlıktır. Der ki, Ahmed Haşim: “Hiçbir şey lisan kadar bir ağaca müşabih (benzer) değildir. Lisanlar —tıpkı ağaçlar gibi— mevsim mevsim rengini kaybeder, ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir.”

Üstad Haşim’in haklılığını bu yazıda okuyacağınız, bizim eskiden karşılaştığımız ve o zamanlar sıradan bulduğumuz, amma bugün başka başka kelimelerle anlatmaya çalıştığımız nice yeni kelimelerin örneğinde bulabilirsiniz. Hatta daha ilk paragrafta geçen müşabih kelimesini “benzer” diye anlatmaya çalışmışız. Lakin o kelime tam olarak “benzeyen” demektir. Üstadın haklılığı burada ortaya bir kez daha çıkmış oluyor.

21 Şubat’ta Dünya Anadil Günü kutlandı. T. C. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu münasebetle, Türkçe’nin tüm dünyada tanıtılması için çalışılacağını söyledi.

Bunlar arasında ne alaka ne irtibat ve ne münasebet var diye sorabilirsiniz. Bunun cevabını doğrudan vermek istemiyorum. Ama, Ahmet İnam’ın sosyal medyadan Tahir Olgun’un “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” isimli kitabının bir fotoğrafını yayımlaması beni yıllar öncesine götürdü.  O zamanlar daha, İmam-Hatip Lisesi’nin ilk yıllarında okuyorduk. Filinta gibi delikanlı olduğumuz o dönemde okuduğumuz, anladığımız, tartıştığımız, itiraz ettiğimiz ya da savunduğumuz hadisâtı anlatırken kullandığımız kelimelere bakıyorum. Ve şimdi hakikaten hayıflanıyorum!

Tahir Olgun’un beni etkileyen, iki önemli konumu vardır. Birincisi, Doğu-Batı-Türk Edebiyatı demeden eskisi ile yenisi ile dünya edebiyatının önemi. İkincisi ise Mevlânâ’nın Mesnevî’sini anlama anahtarı sunması. Tahir Olgun’un en azından “Edebiyat Lügatı” kitabı, yazı yazmak isteyenlerin başucu kitabı olmalı diye düşünüyorum.

Dedim, ya o eski günlere gittim. Şöyle geçmişe baktığımda sadece “Edebiyat” derslerinde, hâlâ şimdi aklımda duran notlarımı hatırlıyorum. Bu arada, Nihad Sami Banarlı ve Mehmet Kaplan hocalara rahmet niyaz ediyorum.

Biz, yaşımız daha 15-16 da olsa, Homeros’ün İlyada’sıyla, Sofokles’in Kral Oidipus’uyla, Plautus’un Esirler Komedisi, Cervantes’in Don Kişot’u (Don Quichoto), Moliere’in Kibarlık Budalası, Eflatun’un Gençlik Terbiyesi, Balzac’ın Vadideki Zambak’ı ile okuma zevki aldık.

Victor Hugo’un Büyük Göz’ünü ve 93 İhtilali’ni nasıl unutabilirim ki?

Goethe’nin Faust’unu… Ve amma illa da Mark Twain’ın, ağaca bir çocuk çıkartarak, turpları toplattığı dergi yönetmenliğini.

Ben işin hikâyesiyle değil, kullanılan kelimelerle, yapılan tasvirler ve tanımlamalarla, yani dil ile de özellikle ilgileniyorum.

Divan edebiyatını atladığımı sanmayın; eski destanlardan başlayıp Yunus Emre, Nizamî, Fuzûlî, Bâkî, Nedîm, Nâbî, Karacaoğlan nasıl unutulabilir?

İsterseniz Fuzûlî’den başlayalım. Su Kaside’si apayrı bir mevzu. Amma o Şikâyetnâne’si yok mu? Hâlâ yakıp kavurur içimi:

Huzurlarına gitdim. Bir cem’ gördüm. Hikâyetleri perîşân.

Ne safâdan anda eser ü ne sıdkdan anda nişân var.

Selâm verdim, rüşvet değildir deyû almadılar.

Hükûm gösterdim, fâidesizdir deyû mültefit olmadılar.

Eğerçi zahirde sûret-i itaat gösterdiler

Ammâ, zebân-ı hâl ile cemî-i suâlime cevab verdiler.

Dedim: Ya eyyühe’l-ashâb, bu ne fi’l-i hatâ ve çîn-i ebrûdur?

Sakın ola ki benden, ne demiş ki, bu Fuzûlî deyu sual eylemeyin. Lakin sadece son cümle ilgili bir şey söylemek isterim. “Ey dostlar. Yaptığınız ne yanlış (hatâ) bir iştir (fi’l), niçin çatık (çîn) kaşlarınız (ebru)” gibi bir şey demek olan bu cümledeki hatâ ve çîn kelimeleri aynı zamanda Moğol ve Çin zulmüne bir atıftır. Daha derine girmeye gerek yok.

Lakin! Moliere’in Kibarlık Budalası’nda hikâye de çok hoşuma giderdi aslında: Mösyö Jurda (Jourdain) ilim öğrenmek ister. Hocası ona önce mantıktan başlamayı önerir:

Mösyö Jurda — Bu mantık dediğiniz ne oluyor?

Felsefe hocası — A’mâl-i selâse-i aklı tâlim eden ilim.

Mösyö Jurda — A’mâl-i selâse-i akıl da kim oluyor?

Goethe’nin Faust’unun “Şimdi senin âsîl vazifelerini anlıyorum! Büyüğü mahvedemediğin için küçüğe saldırıyorsun.” sözlerini nasıl unutabiliriz ki?

Ya da, “Bir Ziraat Mecmuasını Nasıl İdare Ettiğini” anlatan Mark Twain’ın “Turpları zorla koparmamak lâzımdır. Daha doğrusu, ağaca bir çocuk çıkartıp, sallatmak en iyi usuldür.” şeklindeki turp hasadının en iyi ve verimli bir şekilde yapılacağını anlattığı hikâyesini.

Victor Hugo’un 93 İhtilali’nde bir kadının devrimci askerlere “Anladım Mösyö! Siz Fransalı, bense Brötenyalıyım (Bretagne).” deyişinde, vatanın, ülkenin, memleketin ne ve neresi olduğunu anlatmaya yeten o kısa, ama, öz ifadesini!!!

İşte bunların hepsi de kelimelerin hayatını anlatır.

Ve soruyu ben soruyorum: Üçüncü paragraftaki ifadelerle siz bir alaka, ilgi ve münasebet kurabildiniz mi?