Kelimeler Önce Kalbimize Düşer

Kelimeler Önce Kalbimize Düşer

İçinde bulunduğumuz duygu durumunu muhatabımıza yansıtmak isteriz. Sevincimiz, kederimiz, coşkumuz, korkumuz, kaygılarımız var. Ve bunları ifade etmek için her ne kadar beden dilimizi kullansak, jest ve mimik hareketlerimizden yararlansak da derdimizi ifade etmek için sözcükleri kullanırız.

Kelimeler önce kalbe düşer. Olay ya da kişi ile ilgili hislerimiz olur. Biz buna duygularımız deriz. Ama bazen duygunun adını koymakta zorlanırız. Zorlandığımız noktada aklımızı değil kalbimizi yoklamak daha yararlı olur. “Bu olay karşısında ne hissettim?” sorusunu kalbimize sormamız lazım. Bu soruya doğru cevap vermeden; doğru davranış gösteremeyiz. Yaptığımız davranış ve söylediğimiz söz, akıl mantık süzgecinden önce kalbimizden vize alır. Kalbin razı gelmediğine akıl rıza gösterir mi?

DUYGUSAL DAVRANAN HATA MI YAPAR?

Olaylara ve insanlara tepki gösterirken tamamen duygusal reaksiyon gösterdiğimizde de hata yapma imkânımız vardır. Duygusal davranıp, kalbimize ilk gelen sözcüğü söylediğimizde sonradan pişman olma ihtimalimiz yüksektir. Hz. Ali (r.a.): “Söz ağızdan çıkana kadar senin esirindir. Ağızdan çıktıktan sonra sen onun esiri olursun.” sözünü boş yere söylemiş olamaz. Yine atam Fatih Sultan Mehmet “Yerinde söz söylemesini bilen, özür dilemek zorunda kalmaz.” sözünü laf olsun diye söylememiş.

ETKİLİ VE NEZAKETLİ KONUŞMAK

Peki, ne yapmalıyız bu durumda? Aklımıza düşeni mi söyleyelim? Kalbe düşeni mi söyleyelim? Akıl ayrı kalp ayrı söylerse biz neyleyelim? Söz söylemenin hele etkili söz söylemenin çok zor olduğunu inkâr etmiyorum. Hatta etkili söz söylemenin bir sanat olduğunu düşünüyorum. Çünkü söylediğimiz söz, kalpten gelecek. Birincisi söylediğimiz söze önce biz inanmalıyız ki muhataplar da inansın. İkincisi sözümüz akıl ve mantık süzgecinden geçirilmiş olmalı. Yoksa sözümüz havada kalır. İfadelerimizin ayakları yere basmaz. Üçüncüsü her söylediğimiz doğru olmak zorunda. Yalan söyleme lüksümüz yok. Dördüncüsü her doğruyu söylemeye hakkımız olmayabilir. Doğrular gizlenmez elbette ama o doğruyu söyleyecek doğru kişi biz miyiz? Beşincisi muhatabımızı kırıp dökmeden, kalbini incitmeden duygu ve düşüncelerimizi ifade edebilmeliyiz. “Efendim, muhatabımız kırılacak diye hakikatleri gizleyelim mi?” Hayır, elbette gizlemeyeceğiz. Ama hakikatleri söyleyeceğiz derken hakaret içeren ifadeler kullanmamaya özen göstermeliyiz. Çünkü hakikat başka, hakaret başkadır. Etkili konuşacağız derken nezaketsiz olmaya hiç gerek yok.

“SÖZ GÜMÜŞ İSE SÜKÛT ALTINDIR”

Etkili ve nezaketli bir üslup kullanmak hem çok zor hem de çok önemlidir. Bütün bu kurallara dikkat edeceğiz diye hiç söz söylemeyelim mi? Her hâlimiz sükût üzere mi olsun? Sükût hâli güzel bir hâldir elbette. Ama her daim susmayacağız. Susmamız gereken yerde gevezelik ettiğimizde boş ve gereksiz bir insan izlenimi oluşmasına fırsat veririz. Konuşmamız gereken yerde sustuğumuzda da korkak bir insan imajı oluşmasına sebep oluruz. Ne yapmalıyız o hâlde? Yapılacak iş zor ama imkânsız değil. Bize düşen, konuşmamız gerektiği yerde konuşacağız. Konuşmamız gerektiği kadar konuşacağız. Yoksa “söz gümüş ise sükût altındır” demezdi büyüklerimiz.

NEBEVî METODU ÖNCELEMEK

Hayatın özündeki dengeyi iyi kurmak lazım. Her işimizde itidal dediğimiz nebevî metodu öncelemek durumundayız. Yani ifrat ve tefrit dediğimiz uçlardan sakınıp ölçülü olmaya özen gösterirsek, pişman olmayız diye umuyorum. Daha açık ifadeyle insanlara tebliğ yapıyorum diyerek, ağzımıza geleni söylemek doğru değil. Özellikle muhatabın şahsiyetini hedef alan, itham eden, aşağılayan, alay eden ve hakaret içeren ifadeler kullanarak tebliğ yapmak; akla ziyan bir uğraştır. Böyle yanlış tutumlarla âdeta bir insanın nasıl kazanılacağını değil bir insanın nasıl kaybedileceğini göstermiş oluruz. Başta aile üyelerimiz olmak üzere insanlara, şayet bir tutum ve davranışın yanlışlığını anlatmaya çalışıyorsak; lütfen hedefimizde kişi değil, tutum ve davranışlar olsun. Davranışa yapılan eleştiri kabul edilir, tolere edilir. Ama kişiliğe yapılan eleştirinin hem kabulü hem tolere edilmesi zordur.

Bizimle aynı dünya görüşüne sahip olmayan insanların varlığına razı olmak zorundayız. Çünkü Rabbim bizi de yaratmış o nu da yaratmış. Özellikle bizden farklı düşünen insanları, bizim gibi düşünmeye ikna ederken onun kutsallarına hakaret etmek, muhatabı baştan kaybetmek demektir. Empati kuralım. Benim kutsallarıma hakaret eden bir insanla dost olamam. Kutsallarımı yok sayan bir insanla muhatap olmak istemem. Değerlilerimi değersiz gören birini ben de değerli görmem. Bu kadar basit yani. Saygı gösterirsen, saygı görürsün. Başka bir ifadeyle saygı bekliyorsan, saygı göstermelisin.

ARADA BİR “ES” VERMEK LAZIM

Sözümüzü güzel söylemeye çalışırken, etkili olmaya çalışırken, adâb-ı muaşeret kurallarını gözetmeye çalışırken; baktık ki sözümüz etkili olmuyor. O zaman bir es vermeliyiz. Yani sözlerimizin etkili olmasını istiyorsak bir de susmayı denemeliyiz. Çünkü sözlerin bir anlamı varsa susmanın bin anlamı vardır. Susmak bazen kabullenişi gösterdiği gibi bazen de sessiz çığlıkların ifadesi olabilir.

Kalbe düşen, kalpten gelen, akla düşen, akla yatan dile gelen ve ağızdan çıkan söz…Her kurşunun bir adresi olduğu gibi her sözün de bir muhatabı vardır. Kurşun adresini imha ederken, söz muhatabını imha da edebilir ihya da edebilir. İmha etmek ya da ihya etmek… Bizim bilgimize, becerimize, yeteneğimize ve daha önemlisi tercihimize bağlıdır. Tıpkı Yunus’un dediği gibi: “Söz ola kese savaşı, Söz ola kestire başı, Söz ola ağulu aşı, Bal ile yağ ede bir söz.”

Yazara yusufyesilkaya@gmail.com adresinden ulaşabilirsiniz.