İşte O En Büyük Fitne!

Yazının başlığı Mısırlı ünlü yazar Tâhâ Huseyn’in bir kitabının adının tercümesidir. Lakin, geçen yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi, her bir istılahın, her bir terimin, her bir deyimin, bir başka dildeki manası daha farklı olabilmektedir.

Tâhâ Huseyn kitabına “el Fitnetu’l Kubra: En Büyük Fitne” ismini koymuş ve alt başlıklarla da Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerini işlemiş. Kitabın “Ali ve Oğulları” bölümünde ise, Kur’an’ın mızraklar ucuna takılarak, “Hadi gelin, Kur’an’ın hükmüne uyalım” şeklinde özetlenebilecek hadiselerin meydana geldiği Sıffîn Savaşını da geniş bir şekilde yorumlamış.

Bu yazı aslında, yaklaşık iki sene önce planlanmış bir yazı idi. Mısır’ın “yazar, gazeteci, tarihçi, İslam uzmanı” ve nihayetinde Sisi döneminin kültür bakanı olan Hilmi Nemnem’in, El Masrı el Yevm gazetesinde “Tâhâ Huseyn ve el Fitnetu’l Kubra Dersleri”[1] başlıklı yazısından ilham alınarak yazıldı.

Yanlış anlaşılmasın, Bakan Nemnem’in yazısını tasvip etmek, onaylamak için değil. Aksine, Bakan Nemnem’in neden “Büyük Fitne”yi vesile kılarak, o en büyük fitneden daha büyük fitneleri meşrulaştırmak isteyebileceğini tefekkür etmek içindi.

Üstad Tâhâ, “O En Büyük Fitne” derken hem özel isim olarak o başlığı atmış hem de, “Sanmayın ki, o büyük fitne, Osman ile Ali ve evladı ile bitti! Hayır, devam diyor!” demek isterken, Bakan Nemnem, Muhammed Mursi’nin katledilmesine varan askerî darbeyi kurtarıcı, bu darbeye katılmayanları da fitneci olarak takdim etmek istemiş. Hatta, işin asıl probleminin, “dindarlık” olduğuna kadar varabilmiştir.

Hiç kimsenin dini ile irtibatını sorgulamak gibi özelliğim olmadığı gibi, kastım da yoktur. Onun için, belki Tâhâ Huseyn Bakan Nemnem’den daha az dindardı. Ama, Tâhâ Huseyn’in özellikle bu iki kitabını okuduğunuzda, Tâhâ Huseyn için Allah’tan rahmet ve bağışlama dilersiniz.

Büyük İmtihan!

Şimdi gelelim kitabın o başlığına.  Kitabın başlığı, “Büyük Fitne” demek. Fitne, aynen bizim Türkçede bildiğimiz fitne anlamındadır. Fakat, Arapçanın fitnesi, ile Türkçenin fitnesi birbirinden ayrı konuları da kapsamaktadır. Arapçanın fitnesi, aynı zamanda bir imtihanı, yani sınavı da kapsamaktadır. Ki, üstad Tâhâ’nın kitabı tam da bu manadadır: Büyük İmtihan!

Bizim bu yazımıza “İşte O En Büyük Fitne!” diye ilave kelimelerle başlık koymamızın da sebebi budur. Fitne, imtihan ile birlikte başlar, sonu mutlaka imtihan ile biter. Aslolan, fitneye musallat olmamaktır. Dikkat ediniz, fitne size musallat olmasın demedim. Hmmm. Bir de bu kelime çıktı şimdi karşımıza: Musallat olmak.

Bakınız bu kelime de Arapça ama, aynen Türkçede de kullanılıyor. Ve manaları, aynı sandığımız hâlde hiç de aynı değil. Hepimiz, sürekli olarak birisini rahatsız etmek, ona baş belası olmak anlamında kullanırız bu kelimeyi. Ama Arapçada bu kelime, daha şiddetli bir mana ifade eder. Bu mana da şudur: Sürekli olarak rahatsız edilen o kişinin hiç hareket edemeyecek hâle getirilip, madden ve manen tamamıyla ele geçirilmesi.

O hâlde, fitneye musallat olmakla, fitnenin musallatı olmak arasında fark vardır ki, bu konuya şimdilik girmeyeceğim.

Dönelim Sıffîn Savaşı’nın o “Vızırtılar Gecesi: Leyletu’l-Herîr” sonrasına. Neredeyse 65 bin (dikkat 65 bin) Müslüman’ın hayatını kaybettiği bu savaş sonrasında yenilmekte olan Hz. Muaviye, elçisi Amr b. As vasıtasıyla 500 kadar Kur’an sayfasını ve Hz. Osman’ın  yazdırdığı Şam Mushafını mızrakların ucuna takarak “Gelin! Gelin! Kur’an’ın hükmüne gelin!” demişler ve Hz. Ali (r.a.) istemese de, onun taraftarlarını da buna ikna edebilmişlerdir.

Burada o meşhur “Hakem Olayı”nı anlatacak, hatta tahlil edecek değilim. Amma, Hz. Ali’ye Amr b. As’ın davetini kabul ettirenlerle, daha sonra, hakem olayını kabul etti diye Hz. Ali’ye isyan edenlerin o aynı kişiler olmasını hatırlatmak isterim. İşte bu en büyük fitneydi, en büyük imtihandı. Fitneden bahsettiğimize göre konumuzun asıl ve son noktası burasıdır.

Önce, Hz. Ali’ye “Mızraklara asılı Kur’an’ın hükümlerine uy!” diye ültimatom gönderen bir grup, daha sonra, “Hakem olayını niye kabul ettin! Kur’an’ın hükümlerine karşı geldin!” diye isyan eder. İşte bu isyan bir fitne ve fitne olduğu kadar da imtihandı.

Bu grubun bir kısmı daha sonra Abdullah ibn Abbas’ın “Allah Resulünün sünnetinden örneklerle” ikna olmasına rağmen, bir kısmı hâlâ ikna olmadı. Ve, Hz. Ali ile Muaviye taraftarlarının hepsine “kâfirlik damgası” vurdu. Yetmedi, vefat etmiş olan ve şehid edilen Hz. Osman’a dahi bu “kafirlik” damgasını vurmaktan çekinmediler.

Sonra bir gün, Allah Resûlünün dostlarından Abdullah b. Habbâb b. Eret’i ve hamile hanımını, kendileri gibi, Hz. Ali ve Hz. Osman’ı kafir saymıyorlar diye öldürdüler. O gün bugün onlara Hâricî ve tekfirciler denilir oldu.

Bu grup, İslam dininin anlaşılmasında kendi safını, kendi grubunu, kendi çıkarını din yerine koyan ilk grup oldu. Meşhur tefsirci Fareddin Râzî, Âl-i İmrân sûresinin 106. ayetini, 104-105’inci ayetlerle bağlantılı olarak tefsir ederken böylesi grupları şöyle tanımlar: “Bazıları, dinin nasslarını, aykırı bir şekilde yorumlayarak fırkalara ayrıldı. Her biri kendi yolunun doğru olduğunu iddia edip ihtilafa düştü. Her bir din âlimi kendi bölgesinin reisi oldu. Her biri kendisinin hak, muhalifinin ise batıl olduğunu ileri sürerek ihtilafa düştü.”[2]

Burada da görüldüğü gibi ihtilaf ile tefrika ve bunları kuşatan fitnenin bugün hâlâ var olduğunu unutmayalım. Kendi görüşümüze ayet veya hadis bulma yerine, kendi görüşümüzü ayet veya hadise uyduralım. Yoksa, “Kur’an’a çağırırken, Kuran’a aykırı” davranmış oluruz. Böylece, fitne bize musallat olur, dünya ve ahiret huzurunu kaybederiz.

Hâlâ görmüyor musunuz, elinde Kur’an olduğu hâlde, Kur’an’a küfrettirenleri!

[1] https://www.almasryalyoum.com/news/details/1376861

[2] Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, c. 8, s. 185. Daru’l Fikr. 1981