“İnsan Yaşadıkça Öğrenir”
- AİLESürmanşet 1
- 21 Aralık 2022
Eğitim kurumlarında akademik başarı üzerine kurgulanmış etkinlikler, bir disiplin alanında bize ehliyet kazandırıyor. Örneğin tıp fakültesini bitiren doktor, mühendislik fakültesini bitiren mühendis, eğitim fakültesini bitiren öğretmen, hukuk fakültesini bitiren avukat olma yolunda lisans öğrenimini tamamlamış oluyor. Ama bu lisans diplomalarının tamamı ehliyet sahibi olmaya yöneliktir. Liyakat bambaşka bir kavramdır. Liyakat, ehliyet sahibi olmakla birlikte bir işe layık olmak demektir. İşe hakkını verme becerisidir. Bu beceri, ahlaki bir prensip olan emanete riayet etme temeline dayanmaktadır. Ancak eğitimle ve tecrübeyle kazanılır. Aslına bakacak olursak, insan ancak yaşadıkça öğrenir.
HAYAT Yaşamı Anlamlı Kılan SeçimlerimizdirHAYATIN SINAVLARI TEKDÜZE DEĞİLDİR
İlkokuldan başlayarak, ortaokul ve lisede akademik başarı elde etmek için çalışıyoruz. Üniversiteye yerleştiğimizde ise tercih ettiğimiz alanda mesleki yeterlilik kazanmak için çaba harcıyoruz. Sınavlar oluyoruz ve diploma alıyoruz. Oysa yaşamın sınavları her zaman tek düze değildir. Çetrefilli sorulara, afilli cevaplar gerekiyor bazen. Fıtrattan gelen özelliklerimizi, aile ocağındaki kazanımlarımız süslüyor. İçinde yaşadığımız toplumun kültürü ve çevre dediğimiz insanlar, kişiliğimizin, kimliğimizin oluşumuna olumlu ya da olumsuz katkı sağlıyorlar. Yıllar içinde “ben”i oluşturan değerlerimiz ortaya çıkıyor. “Bana göre olur, bana göre olmaz”larımız hep buradan geliyor.
Okullarda öğrendiğimiz bilgiler çoğunlukla sabit kalırken, hayatta öğrendiğimiz tecrübeler sürekli değişiyor. Deneyimler sonucu elde ettiğimiz davranışların büyük çoğunluğu, insan ilişkilerine ve yaş almaya bağlıdır. İnsan büyüdükçe somut kavramlar, yerini soyut kavramlara bırakır. İnsanlara ve olaylara karşı bakış açımız değişir. Bazen hiddetimiz sükûnete dönüşürken bazen de çocukluğun o güzel saflığını, masumiyetini koruyamıyoruz.
ÇOCUKLUĞUN EĞLENCESİ, GENÇLİĞİN ENERJİSİ, YAŞLILIĞIN TECRÜBESİ
Yaşlanmayı yüksek bir tepeye çıkmaya benzetiyor Ingmar Bergman ve diyor ki: “Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler.” Ömür dediğimiz sermayenin günleri tükenirken belki yaşla birlikte sağlık problemleri yaşamaya başlamışken; yaşlılığın da tecrübe ve bilgelik gibi nimetleri ile karşılaşıyoruz. Yani çocukluğun eğlencesi, gençliğin enerjisi ve yaşlılığın tecrübesi ile karşılaşıyoruz.
HAYAT Yolu Bilmek Yetmez! Yolda Tebessüm Edenler Gerek“HAYIR” DEMEYİ ÖĞRENİYOR İNSAN…
Ve yaşlandıkça öğreniyor insan…Kimlerle yol arkadaşı olacağını, kime yarenlik yapacağını. Etrafı ne kadar kalabalık olursa olsun, ailenin yerini kimsenin tutmayacağını. Hem insanlardan hem de hayattan beklentileri yüksek tutmamayı. Büyük konuştuğu yerden imtihan olacağını yaşadıkça öğreniyor. Herkesi “evet” diyerek mutlu edemeyeceğini, “hayır” demenin gerektiği yerler olduğunu öğreniyor. İnsanlarla tartışarak her zaman kazanamayacağını, bazen sükût eylemenin daha muteber olduğunu öğreniyor. Mutluluğu bir şeylerin olmasına, isteklerin gerçekleşmesine bağlamanın, beyhude bir çaba olduğunun farkına varıyor. Ve mutluluğu, yolculuğun bizatihi kendisinde aramayı öğreniyor. Başkalarını dinlerken öğreniyor insan. Ama bazen kendisini de dinlemek gerektiğinin farkına varıyor. Gençken intikam peşinde koşan insan, yaşlandıkça affetmeyi öğreniyor. Ama başkalarını affetmek kadar kendini de affetmenin mutlak gerekliliğini öğreniyor. Kurda kuşa, bitkiye canlıya, bütün yaratılmışlara merhamet etmenin gerekliliğini öğreniyor. Bununla birlikte kendine de merhamet etmenin yararını kavrıyor insan. Çünkü yaşlandıkça dünya işlerinin bitmeyeceğini öğreniyor.
ÖLÜMÜ KENDİNE YAKIŞTIRAMIYOR İNSAN
Öğreniyor insan. “Her nefis, ölümü tadacak, sonra döndürülüp bize getirileceksiniz”[1] hükmünü bildiği hâlde, kayıplar yaşamaya başladığında, sevdikleri bir bir yok olduğunda, ölümün gerçekliğini fark ediyor. Ölüm hep başkalarını yokladığında, sonbahar yaprakları gibi yakınlar birer birer dökülmeye başladığında üzülüyor insan. Ama ölümü kendine hiç yakıştıramıyor. Sanki kendi nefsimiz ölümsüzmüş gibi uzun soluklu hedeflerimiz oluyor. Ta ki, ciddi bir sağlık problemi ile karşılaşıncaya kadar. Yorgan döşek yatıp, hastane doktor gezmeye başlayınca önce “acaba” diyor nefis. İşin ciddi olduğunu anlayınca “galiba” diyor. Galiba diyor perde kapanıyor. Hastalandığında insan, özellikle ağır hastalandığında, ölümün sadece hastalıktan geleceğini zannediyor. Oysa her şeyi yoktan var eden, şifa verdiğinde şımarıyor insan. Sanki o hastalanan, ölümü kendine yakın hisseden, vasiyet yazmaya kalkan kendisi değilmiş gibi. Sonra ölümün yaşlılıktan geleceğini zannediyor, sırasını biliyormuş gibi. Kabristana gittiğinde insan, ölümün ne büyük nasihat olduğunu öğreniyor. Tabi ki, ders almasını bilene…
HAYATIN İMTİHAN OLDUĞUNU ÖĞRENİYOR İNSAN
İnsan öğreniyor. Hep sıkıştığında fark ediyor gerçeği. İş işten geçince geliyor aklı başına. “Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganimet bil: İhtiyarlığından önce gençliğinin, hastalanmadan önce sıhhatinin, fakirliğinden önce zenginliğinin, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerinin ve ölümünden önce hayatının”[2] hadis-i şerîfini dinlerken, başkalarına anlatırken hoşumuza gidiyor. Oysa bu hadiste dikkat çekilen hususların her birinin farkına varmak için ille de nefsimizde yaşamak gerekiyor. Her şey bizzat kendi başına geldiğinde öğreniyor insan. Başkaları için üzülüyor, kaygılanıyor, seviniyor insan. Ama kendi nefsine yakıştıramıyor bir türlü. Kendimizi hep imtihanlardan uzak zannederken, başımıza geldiğinde öğreniyoruz hayatın kendisinin bizzat imtihan olduğunu.
İstediğini sevip istemediğini sevmemenin kendi iradesinde olduğunu düşünüyor insan. Ama sevilmenin, sevmeye göre farklı bir boyut olduğunu, sevilme çabasına girince öğreniyor insan. Gönüle emir verilemeyeceğini, kendisini zorla sevdiremeyeceğini, gönül sarayına bilet alırken paranın işe yaramayacağını, yaşayınca öğreniyor insan. Gönül sarayının kapısının kilidinin sadece içeriden açıldığını, sarayın kapısında çaresiz kalınca anlıyor insan.
İNSAN OLMAK ÇABA GEREKTİRİYOR
Diplomaların insandaki cehaleti aldığını, insan olmanın bambaşka bir çaba gerektirdiğini yaşadıkça öğreniyor insan. İnsan olmanın bir çaba gerektirdiğini, insan kalabilmenin sürekli çaba gerektirdiğini gördükçe öğreniyor insan. Hem de bazılarının, sadece bazen insan olduklarını görünce… Okulların gerekli olduğunu ama okul bitirmenin her şey demek olmadığını, diplomalı cahilleri gördükçe öğreniyor insan.
Ve öğreniyor insan. Evlilik cüzdanının sadece evliliği resmî olarak belgelendiren bir belge olduğunu, hayat arkadaşının sahibi olmadığını yaşadıkça öğreniyor. Saygının, sembolik bir kavram olmadığını, evliliği, ilişkileri ve toplumu ayakta tutan çok önemli bir dinamik olduğunu öğreniyor. Var edenin var ettiğine, var olanın varlığına rıza gösterip kabullenince anlıyor insan. Kendisinin de yoktan var edildiğini ve bir gün varken yok olacağını… Ve anlıyor insan. Baki kalan bu kubbede hoş bir sadâ bırakmanın gerekliliğini…
*yusufyesilkaya@gmail.com
[1] Ankebût suresi, 29:57.
[2] Hâkim, Müstedrek, IV, 341; Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25.