Güvenli Bir Hapishane: Konfor Alanı
- AİLESürmanşet 2
- 1 Mart 2024
Özellikle ergenler için kullanılan “yılmazlık psikolojisi” diye bir kavram var. Ergenler için daha çok kullanılır ama aslında yetişkinler için de geçerli bir kavramdır. Nedir “yılmazlık”? Hayat yolunda yürürken hatalar yapacaksın, ayağına taşlar, dikenler batacak, sendeleyeceksin. Hatta düşeceksin. Ama düştüğün yerde kalmayacaksın. Kalkacaksın. Tekrar düşeceksin. Tekrar kalkacaksın. Üzerini silkeleyip yoluna devam edeceksin. Ama niçin düştüğünü, neden hata yaptığını da kontrol edeceksin. Çünkü aynı hataları tekrar etmemek için seni düşüren sebeplerin farkında olman lazım.
Hata yapıp düştüğünde seni düşüren sebepleri tespit eder ve aynı sebepten dolayı tekrar düşmezsen: Bu senin için bir kazançtır. Bu düşme seni eğitmiştir, hayat yolundaki engelleri öğretmiştir. Sana artı değer katmıştır. Bir kazanım elde etmişsindir. Bu yönüyle bakıldığında düşmenin çok da kötü bir şey olmadığını düşünebiliriz. Yeter ki, kalıcı hasar oluşmasın!
Henüz emekleyen, yürümek için yeni yeni adımlar atmaya başlayan küçük çocuklar çok düşerler. Düştüğü zaman hiçbir çocuk “ben düştüm, bana ne yürümek istemiyorum.” demez. Düştüğü zaman canı yanmışsa belki ağlar ama bir şeylere tutunup tekrar kalkar. Yürüme azminden vazgeçmez. Belki tekrar düşer ama yine kalkar ve yürüme çabasına devam eder. Yürüyecek ve bir yerleri dağıtacaktır. Belki bir şeyleri kıracaktır. Bizim kırıp dökme dediğimiz çocuk etkinlikleri, aslında tamamıyla bir keşif çalışmasıdır. Çocuklar kendi yaşam alanlarını keşif yapıyorlar. Yatağını, odasını, oyuncakları, kıyafetleri vs. Ne varsa çevresinde her birini ayrı ayrı keşfetmek için çaba harcıyorlar. Her keşifte ve başarıda ayrı bir mutluluk yaşıyorlar.
Çocuklarda yüksek düzeyde bulunan keşfetme duygusu ve yaşama coşkusu, insan büyüdükçe azalıyor. Hatta yaş aldıkça neredeyse durma noktasına geliyor. Eline aldığı oyuncak düdüğü öttürebilmeyi başardığında, dünyalar bu çocuğun oluyor. Ve sabahtan akşama kadar düdük öttürmeye devam ediyor. Hem o oyuncağın düdük olduğunu keşfediyor hem de o düdüğü öttürebilme başarısının mutluluğunu yaşıyor. Erişkinler için sıradan bir olay olabilir ama o çocuğun dünyasında çok kıymetlidir. Büyüdükçe o çocuk için de önemini kaybedecek. Hatta insan yaş alıp yaşlandığında birçok şeye hiç şaşırmayacak bile. İnsan yaşlandıkça öğrenme hevesini, keşfetme merakını ve başarma hazzını kaybedecek.
Yaşlanan insan kendine bir konfor alanı oluşturuyor. Bildikleri var, bilmedikleri var, öğrenmek istemedikleri var. Çünkü merak dediğimiz öğrenme hevesini ateşleyen çok kıymetli kavramı kaybediyor. Merak gidince heves de kalmıyor. Yaşam coşkusu kayboluyor. Yeni bir şey öğrenme, iki satır bir kitap okuma, bir yerleri gezme, yeni insanlarla tanışma, yeni beceriler geliştirme gibi kavramlar, yaşlı insanın hayatından çıkıp gidiyor. Ve o yaşına kadar gördüğü, duyduğu, öğrendiği ne varsa onlarla yetiniyor. Bu tip insanlara bir öneri götürdüğümüzde “Ben biliyorum.”, “Ben gördüm zaten.”, “Yapınca ne olacak, gidince ne olacak?”, “Gereksiz iş bunlar.” şeklinde mazeretler duyarız. Aslında bu yaşlı insanların kaybettikleri sadece yaşam coşkuları değil aynı zamanda cesaretlerini de kaybetmişlerdir.
Peki, kimdir o zaman yaşlı? Sadece yaş alan insanlar mı yaşlı? Yoksa birine göre altmış, diğerine göre yetmiş yaşındaki insan mı yaşlıdır? Yaş alan insanlar biyolojik olarak yaşlı sayılabilirler. Ama yaş almış insanlardan daha yaşlı olan gençler var. Tam da bu noktada UNESCO’nun yaşlılık tanımını sizlerle paylaşmak istiyorum. UNESCO’ya göre yaşlı kim? Bir insanın yaşlı sayılması için:
- Bir insan konfor alanının dışına çıkmıyorsa,
- Yeni şeyler öğrenmiyorsa, şaşırmıyorsa ve çoğu şeyi bildiğini düşünüyorsa,
- Merak etmiyorsa, keşfetmiyorsa,
- Geçmişte, anılarında yaşıyor ve sürekli eskiyi tekrar ediyorsa yaşlıdır.
Bu tanıma bakıldığında içimizde genç yaşta çok fazla yaşlı olduğunu görürüz. Bu durumda yaşlı olmak için sadece yaş almak yetmiyor aynı zamanda yaşam coşkusunu kaybetmek gerekiyor.
CESARET VE ŞİKÂYET
Birbirinin zıddı olan iki kavramı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunlardan birincisi cesaret diğeri ise şikâyettir. Konumuzla ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz. Ama çok ilgisi var. Öğrenme güdüsünü ateşleyen, keşfetme arzularını fişekleyen kavram, cesarettir. Cesaret, sadece adrenalin değildir. Ama insana yaşama coşkusu verir. Cesaret, insanın düştüğü zaman, yerinden kalkmasını sağlayan güçtür. Yeni bir şeyler öğrenme, yeni yerleri gezme, yeni bir şeyler keşfetme hevesini cesaretle yakalar insan. Cesur insanlar da hata yapabilir. Hatta cesur insanlar, daha çok hata yapabilir. Ama hata yapacağım diye öğrenmekten, keşfetmekten geri kalmazlar. Hata yaparlar ve doğrusunu öğrenirler.
Şikâyet, cesareti olmayan insanların sığındığı limandır. Konfor alanını terk etmeyi göze alamayan insanlar, cesur insanlar değildir. Ve şikâyet eden insanların, her zaman ceplerinde bahaneleri var. Her zaman mazeretleri hazırdır yani. Şikâyet ile cesaret birbirinin hem zıddıdır hem de düşmanı. Şikâyet ile cesaret aynı yapıda, aynı insanda barınmaz. Şikâyet eden insanlar bahanelerin ardına saklanır. Konfor alanına zarar geleceğini düşünür. Sahip olduğu imkânları kaybedeceği kaygısıyla harekete geçemez.
Peki, ne yapmalıyız bu durumda? Kendimizi şikâyet ederken yakaladığımızda ve bahaneler üretmeye başladığımızda; öncelikle bahaneleri bir kontrol edelim. Mazeretlerin gerçekliği ve geçerliliği nedir? Sudan sebepler mi bizi bulunduğumuz yere çivileyen? Yoksa gerçekten olmazsa olmazlar mı? Bahaneleri zihnimizde çürütmeyi başarabilirsek, kendi zincirlerimizden de kurtulabiliriz. Ve önemli olan mazeretlerin ne kadar güçlü olduğu değildir. Önemli olan zihnimizde ve yüreğimizde, bu mazeretlerle savaşacak gücü bulabilmektir.
Cesaret dediğimiz bizi ateşleyen güç ile Don Kişotluğu birbirine karıştırmamak gerekir. Cesaret güzeldir lakin gemileri yakmadan önce iyi düşünmek gerekir. Atılan adımların iyi hesaplanması, ön etüt çalışmalarının iyi yapılması gerekir. Hani derler ya “Attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değdi mi?” diye. Kendimize, ailemize ve çevremize zarar verecek durumları, cesaretle ilişkilendirip dünyayı başımıza yıkmak, doğru bir yol değildir. Her işte olduğu gibi itidalli yani ölçülü davranmak gerekir .