“Buralı Olma Bilinciyle Hareket Etmeliyiz”
- MANŞETTOPLUM
- 5 Kasım 2021
Sayın Kızılkaya, bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Kaç yılından beri Almanya’dasınız ne gibi görevlerde bulundunuz?
1963 yılında Kayseri’de doğdum, çocuk yaşta Almanya’ya geldim. Tüm okul hayatım Almanya’da geçti, çocukluk yaşlarda ve gençlik yaşlarımda teşkilata katıldım. O günden bugüne sivil toplum faaliyetleri, camii cemaat faaliyetlerinde bulundum. IGMG çatısı altında çeşitli görevlerim oldu, Bremen İslam Federasyonu kuruluşunda yer aldım burada Bremen Üniversiteler Başkanlığı yaptım. IGMG Genel Merkezde görevler aldım, 12 yıl Almanya İslam Konseyi’ne başkanlık yaptım. Uzun yıllar devletin organize ettiği Alman İslam Konferansı’na katılarak teşkilatımızı ve cemaatimizi temsil ettim. Şimdi de IGMG Genel Sekreter Yardımcı olarak hizmete devam ediyorum.
“BURALI OLMAK ÇOK ENGELLİ BİR KOŞU”
Almanya İslam Konseyi (Islamrat) Başkanlığı da dahil olmak üzere çeşitli İslami kuruluşlarda/ STK’larda görev yaptınız, yapıyorsunuz. Bilhassa Türk sivil toplumla ve Alman toplumuyla tabiri caizse iç içesiniz. Bu bağlamda 60. yıl denince aklınıza ne geliyor?
Bu aslında kitaplık bir soru. 60 yıl insanlık tarihinde çok kısa bir zaman dilimi olmakla birlikte insanın hayatında uzun bir zaman. Bu 60 yılın 50 yılını Almanya’da yaşadım dolayısıyla göç serüvenimizin yakın şahitlerinden olduğumu söyleyebilirim. Misafir işçi olarak geldiğimiz bu ülkede “egzotik bir yabancı” idik ilk geldiğimizde. Yabancı olmanın bütün sıkıntılarını yaşadık, karşılıklı önyargıları yaşadık. Bir yabancı olmanın ezikliğini demeyelim de dışlanmışlığını yaşadık yani hiçbir zaman toplumun eşit bir parçası olmamayı, olamamayı yaşadık. Bu “olamama” bizden kaynaklanan bir şey değildi, bir kabul görmeme durumu idi. Fakat bu bir süreçti, geri dönmek üzere geldiğimiz bir ülkede kalıcılığa yönelik projesiz bir süreçten geçiyorduk. Dolayısıyla önce misafirliğimiz bitti, sonra klasik statümüz olan “işçilik” bitti, yerli olduk işçi olmaktan çıkıldı. Toplumun çeşitli katmanlarına karıştık. Toplumun bir parçası olduk ama bir parçası olarak kabul görüp görmediğimiz hâlâ bir tartışma konusu.
Sivil toplum çalışmalarında da bunu hissettik, çalıştığım ve hizmet ettiğim görevlerde her zaman “öteki “muamelesini gördük. Yani İslam’ı Müslümanlığı her zaman bir yabancı gördüler İslam’a âdeta yabancıların dini muamelesi yapıldı. Bu zaman zaman azalmakta beraber eşit bir konuma konumda görüldüğümüzü söyleyemeyiz maalesef ama bu eşit hâlâ konuma gelme gayretinden vazgeçmemiz anlamına da gelmez. Bunun çeşitli sebepleri var; iki birbirini tanımayan toplum, iki birbirine uzak kültür bir araya geldi ve STK’lar olarak biz bunu daha sıcak yaşadık. STK’larda buralı olma çabasının çok engelli bir koşu olduğunu gördüm. Her zaman “entegre” olmamızı istediler ama bunu engelleyen birçok badireler, engeller konuldu. Zaman içinde bunların bir kısmını aştık, bir kısmını aşamadık.
Alman toplumu ile bir kavgamız yok. Bunlar iki farklı kültür, birçok ortak noktamızın da olduğu bir ortam. Ama ortak noktaları aramaktan çok ayıran noktalar üzerinde duruldu belki iki tarafta da. Bu biraz beraber yaşamı zorlaştırdı. 60. yıl demek bir muhasebe yılı olarak da değerlendirilirse kazanımları artırıp, engelleri azaltma yönünde bir gayrete vesile olur diye ümit ediyorum.
İlk geldiğimizde bu ortamlar için rotasız bir topluluktuk, bu topluma hazır değildik, sahipsizdik bizi gönderenler de bizi sahipsiz bıraktı buraya çağıranlar da sahipsiz bıraktı. Bir nevi kendi başımıza bırakıldık. Bu zaman içinde değişti sonra tabi çok tatsız ve zaman zaman birbirini anlamayan tartışmalara girildi entegrasyon tartışmaları mesela bunun en sıcak hattındaydık STK’lar olarak. Entegrasyon deyip asimilasyon bekleyen bir öncü kültür mantığı vardı. Asimetrik bir tartışma ortamındaydık. Ne dil olarak yeterli donanımız vardı, ne de toplumun kültürünü tanıyorduk hatta ve hatta belki de kendi kimliğimiz bile toplum olarak tam oturmuş değildi. Çünkü ilk gelen insanlarımız buraya daha çok vasıfsız işçi olarak geldikleri için sanayi toplumundaki ve modern demokrasilerdeki tartışma ortamına ve şartlarına pek hazır değildik, bu eksiğimizi zaman içinde telafi etsek de ön yargıları tam manasıyla aşamadık.
60 YILDIR ENTEGRASYON BEKLEME ODASINDA BEKLETİLİYORUZ
Türkiye kökenliler misafir işçi olarak geldikleri Almanya’da 60 yılı geride bıraktı. Artık misafirlik dönemini geride kaldı. 60 yılın ve bu durumun Almanya-Türkiye ilişkilerine katkıları neler oldu?
Türkiye Almanya ilişkileri özellikle siyaset boyutunda konjüktürel olarak sürekli değişiyor. Fakat biz burada yaşayan insanlar olarak iki ülkenin siyasi münasebet hâlinden öte farklı bir konumdayız. Biz burada yaşıyoruz, biz bu toplumun bir parçası olduk Türkiye’ye bakış aslında bize bakışı da biraz yansıtıyor. Örneğin Avrupa Birliği macerasını düşünürseniz; Türkiye’nin hâlâ 60 yıldır “üyelik bekleme odası”nda bekletilmesi gibi bizler de bir şekilde 60 yıldır topluma eşit ve tam kabul için bekletiliyoruz.
Kabul anlamında bir kader ortaklığı var ama Türkiye ile ilgili belki ön yargıların kalkmasında buradaki insanların katkısı olduğu söylenebilir. Çünkü Türkiye’nin insanları Türk ve Müslüman kültürünün temsilcileri olarak burada bizlerle münasebetlerinden dolayı geldiğimiz ülkelere de bakış konusunda belki bazı önyargıların bir nebze ortadan kalkmasına katkımızın olduğunu düşünüyorum. Bir de Türk insanının çalışkanlığıyla buraya işçi olarak gelip sınıf atlayarak akademisyen, işveren olarak topluma daha fazla artı değerler kazandırması açısından bu topluma önemli katkılar sunduğunu söyleyebiliriz.
Etkileşimin karşılıklı olan bir olgu olduğunu göz önünde bulundurursak sizce bu 60 yıllık birlikteliğin Alman toplumuna ne gibi etkisi oldu?
Farklı bir kültürden gelmemiz hasebiyle Alman toplumunun çok kültürlülüğüne önemli bir katkıda bulunduğumuzu düşünüyorum. Almanya’nın kültürlere bakış ufkunun ve pratiğinin genişlemesinde bir katkımız oldu, bunu yemeğinden tutun Avrupa’da bazen kaybolmaya yüz tutmuş paylaşma, aile bağları gibi bazı değerlerin tekrar canlandırılmasına katkımız oldu. Bu karşılıklı etkileşimde bizde de zaman zaman azalma olabiliyor ama bu toplumda ortak değerler bakımından katkıda bulunduğumuzu düşünüyorum.
Tüm olumsuzluklara rağmen kültürler arası saygı ve bir diyalog kültürünün oluşması, insanların ve kültürlerin birbirini tanımasına ciddi katkılar sağladık. Kaldı ki, işçi olarak geldiğimiz ikinci Dünya Savaşı’nda harabeye dönen bir Almanya’nın yeniden ayağa kalkmasında birinci neslimizin inkâr edilmez bir emeği var. Onlar her biri bir kahramandı. Bunlar asla unutulmamalı.
Burada yaşayan Türkiye kökenlilere etkileri neler oldu, bizler nasıl değiştik?
Elbette etkilenme tek taraflı olmaz, iki taraf da birbirini etkileyerek birbirinden istifade etmiştir. Dolayısıyla Türk insanının çalışkanlığıyla aynı zamanda Alman disiplini bir araya gelince bence güzel bir sinerji de oluştu. Birbirimizden hâlâ öğrenecek çok şeyimiz var. Bunu zaman zaman ön yargılar iki tarafta da birbirini tanıma yollarını kapattığı için ertelenmiş bir fırsat olarak da görüyorum. Buna rağmen iki kültürün de birbirlerini tecrübe açısından zenginleştirdiğini düşünüyorum. İki taraf için de kendi kimliği konusunda bilinçlenme fırsatı da verdi.
İnsan doğal olarak sahip olduğu ortamın her zaman kıymetini bilmiyor. Biz de Almanya’ya gelince farklı bir kültürün içine girdiğimizi fark ettiğimiz andan itibaren kendi kültürümüzü de daha yakından tanıyıp içselleştirme gereği ve ihtiyacını gördük. Etkileşim en azından kendi kimliğimiz konusunda daha fazla bilinç kazanmamazı sağladı. Çünkü oturmuş kimlikler daha sıhhatli bir münasebete girer, bence bizim kimliğimiz de bir nevi bu farklı kültürle karşılaşmayla daha da oturdu. Yani beraber yaşamak buna bir vesile oldu, bir fırsat oldu.
Misafir işçi olarak gelmemiz faydalı bir fırsata çevrildi. Buradaki insanlarımız mesleki eğitim olsun, eğitim olsun pek çok açıdan hem bu topluma faydalı hem de kendi geldikleri topluma faydalı oldular. Yani sanayi toplumunun nimetlerinden faydalanarak insanlığın hizmetine sunma şansını buldu. En son ve herkesin bildiği Biontech çalışmalarında Uğur Şahin ve Özlem Türeci örneğinde olduğu gibi buraya işçi olarak gelen insanların çocukları hem Almanya’nın hem de dünyanın sıhhat ve selamete kavuşması için katkı sunma fırsatı bulmuş oldu. Buraya gelip bu fırsatı da değerlendirip böyle bir faydaya çevirme örnekleri var. Yani iki topluma da faydası olan, insanlığa fayda veren kahramanlar da çıkmıştır bu fırsattan.
“ALMANYA IRKÇI DEĞİLDİR AMA ALMANYA’DA IRKÇILIK VAR”
Almanya’da gittikçe artan oranda yabancı ve İslam düşmanlığına tanık oluyoruz. İlk nesil bunları bu şekilde yoğun yaşamamıştır ya da belki de dil bilmediği için farkına varamamıştır. Herşeye rağmen son dönemlerde güzel gelişmeler de oluyor ama bu sorunlar da ciddi boyutlara ulaştı. Hâl böyle iken sizce bu 60 yıllık toplumsal birlikteliği nasıl bir gelecek bekliyor? Türk toplumu neler yapılmalı?
Geçmiş geçmişte kaldı, yaşananlar yaşandı. “Ne öğrendik, ne ders aldık, nasıl devam edeceğiz?” bunlar çok önemli sorular ama bu iki toplumun çalışmasına, birbirine yaklaşımına bağlı. Bu ne Türkiye kökenlilerin elinde olan bir şey ne de çoğunluk toplumun elinde. Önce şunu tespit edelim, çok önemsediğin bir tespit ve burada altını çizmek istiyorum: Almanya özgürlükçü, demokratik bir ülkedir. Almanya bir hukuk devleti ve Almanya’nın çok güzel ve takdire şayan var Alman anayasası var ki dünyanın belki en özgür anayasalarından bir tanesidir. Bunun kıymetini bilip, bunu korumak lazım. Çünkü beraber yaşamın çerçevesi budur.
Ama şunu da biliyoruz; anayasa özgürlükçü, düzen özgürlükçü bir düzen, ama insanlar her yerde olduğu gibi farklı. Almanya ırkçı bir ülke değildir ama Almanya’da ırkçılık var. Maalesef ırkçılık, özgürlük ve demokrasiyi tehdit eden bir boyuta ulaşmıştır. Yani sadece azınlıkları tehdit eden bir tehlike değil bu aynı zamanda da Almanya’nın bu özgürlükçü ve insanı merkeze alan anayasa düzenini de tehdit ediyor. Irkçılık var ve ırkçılık bütün insanlığı tehdit ediyor ve son zamanlarda maalesef farklı bir boyut olarak İslam düşmanlığına dönüşmüş kültürel bir ırkçılık var. Bu toplumun bir çok kısmında olduğu gibi maalesef Almanya’daki parlamentolara da yansımış, önemli bir güç olmuş ve AFD’de (Almanya İçin Alternatif Partisi) şekil bulmuş. Dolayısıyla burada insan haklarına saygılı özgürlükçü anlayışa sahip insanlarla, sivil toplum kuruluşlarıyla (STK) beraber çalışarak bu toplumu ve beraber yaşamı tehdit eden tehlikeye karşı ortak tavır koymak lazım.
Maalesef Almanya’da özellikle de Müslüman azınlık olarak Solingen, Möln, Dresden, Hanau ve NSU, cinayetleri gibi çok büyük acılar yaşadık. Ama şunu da Alman toplumu da gördü: Almanya’da yaşayan Türkler ve Müslümanlar bu hukuk devletine güvendiği için, bu olumsuzlukların hesabının sorulacağına güvendiği için, devletin bu meseleleri çözeceğine inandığı için her zaman sükûnetini korumuştur. Allah’ın izniyle de koruyacaktır, çünkü hepimizin barış içinde yaşamasının teminatı hukuk devletidir!
“GURBET DİYE GELDİK, VATAN BULDUK.”
Bu olumsuzluklara karşı yapılacak şey şudur; hukuk devletine güvenip, sivil toplum olarak her zaman özgürlüklere sahip çıkıp, korunmasına katkıda bulunmamız gerekiyor. Bir vatandaş olarak biz artık misafirlik işçi değiliz ve daha da ötesi biz gurbete geldik vatan bulduk, burayı vatan edindik bir insanın vatanına zarar gelmemesi için elinden geleni yapması lazım. Bu gemi içindeki herkesin selamete gidebilmesi için hukuk devletine sahip çıkılması ve korunması lazım; yani ben bu toplumun Müslüman-Türk kökenli bir parçasıyım demek lazım. Almanya’yı vatan edindik, kendimizi yabancı görmememiz lazım. 60’ıncı yılda da bunu tekrar bir düşünüp yabancı olma kompleksinden çıkıp buralı olma bilincini içselleştirmeliyiz. Bunu yapmazsak hiçbir zaman işe, topluma sağlam sarılamayız. Burası bizim vatanımız.