Anlamadan Anlaşılamayız

Anlamadan Anlaşılamayız

İnsanlar,  genelde “anlamak”tan ziyade “anlaşılmak” isterler ve anlaşılmamaktan muzdariptirler. Eşinin, evladının, öğrencilerinin, komşusunun, amirinin, vb., kendisini anlamadığından şikâyet ederler. Karşıdakini anlama çabasına girmeden onun tarafından anlaşılmayı isterler. Oysa, muhatabı anlamadan, ona gerçekte söylenmesi veya yapılması gerekenler söylenemez ve yapılamaz; dolayısıyla, anlamamak, “anlaşılamama”yı doğurur.

Birey, sözleri iyi anlaması oranında söyleyenin maksadını ve sözü edilen  hususu olduğu gibi anlayabilir. Somut tutum ve davranışlar da böyledir. Muhatabımızın bizim sözlerimizi, tutum ve davranışlarımızı anlamasını istiyorsak, öncelikle bizim onu anlamamız şarttır.  Çünkü, muhatabımızı anlamadan, onun tarafından anlaşılmamız için gerekli önlemleri alamayız.

Yeni öğrenmelere kapalı kişiler, yanılma ihtimalini düşünmediklerinden kendi  görüşlerini  hep karşısındakine dayatırlar. Biriyle konuşurken, özellikle de bir konuda tartışırken muhataplarını, pek umursamazlar, dinlemezler. Dinler görüldüklerinde de, gerçekte muhataplarını anlama ihtiyacı duymazlar. Muhatabın açıklarını yakalayıp oralardan  karşı  salvolar planlamakla meşguldürler; söylenenleri seçerek dinlerler. Oysa dinlemeyen, dinlenmez. Dinlenmeyen anlaşılmaz; dolayısıyla kabul göremez.

Böyleleri, kendisini karşıdakinin yerine koyarak (empati yaparak) düşünemezler; şu nebevî ölçüyü sahiplenemezler: “Sizden birisi, kendisi için istediğini, kardeşi için de istemedikçe gerçek anlamda  iman etmiş olmaz.” (İbn Hanbel, V, 248).

Böyle davranmanın  sebepleri vardır.  Şunu özellikle belirtelim: Böyle biri, genelde mutlak hakikati kendisinin yakaladığına, yanılma ihtimalinin olmadığına  inanır. Onun ulvi dava savunusunda da asıl maksadı, hakikati bulup ona teslim olmak değildir; galip gelerek egosunu tatmin etmekle meşguldür, ama farkına varmaz. Karşısındakinin fikirlerini  eleştiremez, analiz edip değerlendiremez; muhatabına hakaret eder, ithamda bulunur, onu etiketler, perişan etmekten zevk alır. Muhatabının, aynı dünya görüşüne mensup veya yakını olması fark etmez. Böyle biri, insani yetilerini  geliştiremez; dolayısıyla hem bireysel hem de ailevi, meslekî hayatında ve sosyal ilişkilerinde sadece huzursuz olur ve çevresindekileri huzursuz eder.

İslami gelenekte, gayrimüslim bile olsa hasmını haklamak için tartışmak, caiz görülmemiştir. Müslüman âlimler, tartışırken sadece hakikatin ortaya çıkmasını ve ona teslim olmayı amaçlamış ve hakikatin keşfini, hasmının gerçekleştirmesine özellikle can atmışlardır. Onlar için en büyük değer, ödül, “Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak”tı (Tevbe suresi, 9:72),  “Sözü dinleyip en güzeline uyan” müjdelenmiş kullardan” olmaktı(Zümer suresi, 39: 18).06

Benzer Haberler