Eski Âlimler Neden Eskimeden Kalırlar?

Eski Âlimler Neden Eskimeden Kalırlar?

Eskiye hayranlık gibi bir alışkanlığım olmamakla birlikte, eski âlimlerin gerçekten de eskimez olduklarına inanırım. Kendi kendime bazen “Eski âlimler neden eskimeden kalırlar?” sorusunu sorarak kendimce cevaplar bulmaya çalışırım. Bulduğum cevaplar sizi ikna eder mi bilemem. Ben kendi kendimi en azından böylece oyalayarak tefekkür etme imkânı buluyorum.

O eskiler, öylesine büyüktürler ki, bu büyüklüklerini tanımlamak da mümkün olmaz. Sakın ola ki, tanımlanamayan tek büyüğün Allah olduğuna inanmadığımı düşünmeyin. Benim burada kastettiğim büyüklük, insan olarak, bu âlemdeki şu insani ölçme gücü veya, takdir etme becerisine göre bir büyüklük ölçeğidir. Hani üstat Victor Hugo “Ben büyük Napolyon’a büyük derim!” derken, o uup uzun Napolyon’u değil de, boyu posu küçücük olan Napolyon’dan bahseder ya. Öyle bir şey yani.

Sözü getirmek istediğim yer, eskilerimizin, Ebu’r Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Birûnî dedikleri bizim de kısaca Birûnî olarak bildiğimiz bir devasa üstat ile yine bir dev olan Ebû Ali el-Hüseyin ibn Abdullah ibn Sîna (İbn Sînâ) arasındaki bir mektuplaşmada birbirlerine karşı davranışlarıdır. Ama şunu da unutmamanızı istirham ediyorum: Burada eskilerimizin diyerek kastettiğim eski, bizden önce yaşamış olan eli öpülesi büyüklerimizdir.

“ALLAH HOŞLANMADIĞIN ŞEYLERİ SENDEN UZAK KILSIN”

Rivayet odur ki, üstat Birûnî, kafayı felsefeye, hatta, doğrudan Aristo’nun bazı görüşlerine takmış ve sıralamış sorularını. “Bana cevap ver üstat demiş, şunu şunu ben anlamıyorum. Sen büyük adamsın, bana anlatırsan ilmim genişler.” demiş. Tam böyle mi demiş bilmiyorum. Lakin rivayetlerden anladığım kadarıyla bu anlamda bir şeyler demiş.

Üstadlık budur ki, İbn Sînâ “Sen anlamazsın bu işleri, anla da gel.” dememiş ve cevabî mektubunu yazarak cevaplarına şöyle başlamış: “Allah seni, arzu ettiğin şeylere kavuştursun, istediğin şeyleri sana ihsan etsin. İki cihanda da arzu ettiğin saadeti nasip etsin. Her iki âlemde de ne kadar hoşlanmadığın şey varsa senden uzak eylesin. Allah, selametini daim kılsın.”

Şu duaya bakar mısınız? Ne hoş bir dua ya Rabbi. Bir insan daha başka nasıl bir dua bekler ki? Bu arada hatırlatmadan geçmeyelim. Bizim sual soran Birûnî, İbni Sînâ’dan yaşça biraz daha büyüktür. Üstadlıkta da geri kalmaz, amma, bu adamlara boşuna büyük adam demiyoruz, İbni Sînâ’yı üstat kabul eder.

Ben burada ne Birûnî’nin sorularını ne de İbn Sînâ’nın cevaplarını aktarmayacağım. Fakat o insanların büyüklüklerini anlamak için bazı ipuçlarını ortaya çıkarmak üzere birisinden bahsetmek istiyorum.

Ya Ben Almakta Zorlanıyorum, Ya da Beni İkna edemiyorlar

Birûnî, Aristo’nun “Şu içinde yaşadığımız âlemin dışında ve başka bir tabiat üzere bulunan başka bir âlemin varlığı mümkündür.” diyenleri eleştirmesine takmıştır. Hani şimdilerde uzaylılar var mı, yok mu? Varsa ne yer ne içerler? gibi sorularla karşılaşıyoruz ya, onun gibi yani.

Birûnî bunu bir türlü kavrayamaz. “Ben anlamıyorum. Gözleri görmeyen birisine; göz, âlemdeki renkleri görmeye yarayan bir organdır, desek, sen o renkleri ve o dünyayı hayal et, işte öyle bir şey desek. Tamam, gözleri göremeyen kişi bunu anlayamaz. Ama, bu dünya öyle değil mi zaten?” diye sorduktan sonra tam da üstatlığını bir geometrik fizik olayı sorusu ile ortaya koyar. Malumdur ki, üstat Birûnî, bir göl kenarında dursa, karşıdaki bir dağa baksa, dağın yüksekliğini de uzaklığını da bilebilen bir geometri ve coğrafya üstadıdır, aynı zamanda.

İbn Sînâ, Birûnî’ye o zamanlar felsefecilerin bildikleri şekilde olayı tekrar izah eder ve özetle olayı kapatmak ister. İbn Sînâ şuna benzer şeyler yazar. “Şu hâlde maddi vasıfları bakımından bu âleme aykırı düşen bir âlem de mevcut değildir. Birçok âlem varsa, tabiatları itibariyle bunlar birbirlerinden farksızdır. Oysa tabiatları bakımından aynı olan birçok âlemlerin mevcut olamayacağını, daha önce açıklamıştık. Dediğimiz gibi âlem tektir.”

Birûnî bu izaha karşı çıkar. Birûnî’ye göre bizim bilemediğimiz bir başka âlem mümkündür. Kafası atmıştır, amma, âlim olmak, üstat olmak, adam olmak, nezaket ve letafet gerektirir ya. Şu enfes itirazını yapar:

“Üstadım, ya bu görüşleri ben tam olarak kavramıyorum. Ya da bu görüşler ikna edici değil. Veyahut da bu görüşleri benimseyen kimse, ‘Şüphe yok ki, bütün kötü vasıflardan münezzeh olan Allah, bu âlemin dışında başka âlemler yaratmaya kadir değildir.’ diye düşünüyordur. Çünkü birbirlerinden ayrı iki arzı ve iki ateşi yaratan, elbette ki, onların her biri için ayrı ayrı aşağı ve yukarı yaratmaya gücü yeter.”

Birûnî ayrıca, yukarıda işaret ettiğimiz geometrik fizik olayına da inanılmaması gerektiğini hatırlatır.

SAFSATACILAR BAŞKA TEDAVİ EDİLMELİDİR

Mektuplaşmadaki tartışma burada bitmez. İbn Sînâ’nın da kafasının tası atar, şöyle yazar: “Ayrıca bilesin ki, âlemlerin çokluğu lehinde ileri sürülen görüşler kabul edilirse, bu bizi mecburen sonsuz meselesiyle karşı karşıya getirir. Bu durumda hiçbir şey bilinemez ve sofistlerin kabul ettiği görüş sabit olur. Sofistleri yola getirmek ise, bu gibi ilim yoluyla değil, daha başka tedavi yollarıyla mümkündür. Ve yardım da Allah’dandır.”
Görüldüğü gibi üstat İbn Sînâ son tokadı “Sofistler” üzerinden vurur. Burada anahtar kelime “sofist”lerdir. O zamanlarda sofistlerin en büyük düşmanı da zaten üstat Birûnî’dir. Ama onların sofistler diye kastettikleri bizim bugün anladığımız sofistler değildir. O günün sofistleri, hiçbir ilmî değeri olmayan, daha doğrusu ilmî bilginin değersiz olduğu dünya, âlem, ruh, ecinniler, burçlar gibi konularda saçma sapan bilgilerle âlimleri susturmaya çalışanlardır. Onun için onlara çoğul olarak safsatacılar denilir. İbn Sînâ, “Sen de saçma sapan düşüncelere dalmışsın be üstadım.” demeye getirmiştir işi.

Ammaa, Birûnî’nin cevabı da okkalıklı olur: “Üstadım, bu fikrimden dolayı beni safsatacı ilan edeceksen, aha ben o safsatacıyım. Hem de sırtı yere gelmeyen yenilmez bir safsatacı.”

İşte en azından bu tartışma bile sizce de bu adamların eskimezliğini ortaya koymuyor mu?

Alıntı Cümle:
Birûnî’ye göre bizim bilemediğimiz bir başka âlem mümkündür. “Üstadım, ya bu görüşleri ben tam olarak kavramıyorum. Ya da bu görüşler ikna edici değil. Veyahut da bu görüşleri benimseyen kimse, ‘Şüphe yok ki, bütün kötü vasıflardan münezzeh olan Allah, bu âlemin dışında başka âlemler yaratmaya kadir değildir.’ diye düşünüyordur. Çünkü birbirlerinden ayrı iki arzı ve iki ateşi yaratan, elbette ki, onların her biri için ayrı ayrı aşağı ve yukarı yaratmaya gücü yeter.”