Öz Yeterlilik Nedir? Nasıl Öz Yeterli Olunur?
- HAYATSürmanşet 2
- 11 Ekim 2023
Hani şu meşhur hikâye vardır; “Müslüman’a haram çeşmesi” olarak bir yerlerde karşınıza çıkmıştır, okumuş ya da birilerinden dinlemişsinizdir. Bilmeyenler için kısaca özetleyelim: Bursa’da bir vakitler Müslüman bir adam bir çeşme yaptırmış ve başına “Her kula helal, Müslüman’a haram!” yazdırmış. İş ki Osmanlı’nın önemli şehirlerinden birinde böyle bir hareket büyük bir fitne olarak addedilir. Dolayısıyla şikâyet üstüne kadı bu adamı huzura getirtmiş, lakin adam gerekçesini sadece padişaha arz edeceğini ifade etmiş. Padişah huzuruna çıkarılınca haklılığını ispat edebilmek adına padişahtan herhangi bir havradan rastgele bir hahamı izahsız derdest etmesini istemiş. Adamın dediği yapılınca da azınlık Museviler ayaklanmış, din adamlarının suçsuzluğuna kefil olmuşlar, kefaret ödemeyi talep etmişler. Ve dahi nice girişimler…
“VARDIR BİR SUÇU”
Müslüman adam padişaha artık hahamı bırakabileceklerini söylemiş ve salıverilmesiyle de Museviler müteşekkir ve mutlu olmuşlar. Adam, bu sefer kiliseden suçsuz bir papazı tutuklamak suretiyle aynı işin yapılmasını istemiş. Papazın tutuklanması ile Hristiyan azınlıktan da benzer tepkiler ve girişimler gelmiş. Papaz salıverildikten sonra son olarak adam padişahtan bir de sevilen bir Müslüman âlimi tutuklamasını istemiş. Bunun üzerine, Ulucami imamını cuma hutbesinin ortasında yaka paça almışlar. Olaya tanık olan Müslümanlardan bir tepki ya da itiraz gelmediği gibi izleyen günlerde sevilen bu hocanın ardından neler söylenmiş, ne dedikodular yapılmış. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali “vardır bir suçu” diye yorumlanmış. Bunun üzerine Müslüman adam padişaha: “Sultanım, bu Müslümanlara su helal edilir mi?” diye sorunca rivayet o ki padişah da: “Hava bile haram, hava bile!..” demiş.
AİLE Güven, İnsan İçin Fıtri Bir Duygudur
“BİZDEN OLMAZ”
Şimdi bu hikâyeyi dinlediğinizde ya da okuduğunuzda şu soru aklınıza gelmeli: “Bu hikâye neden anlatıldı?” Muhtemeldir ki hikâyeyi alıntılayan kişi “dur bak, çok ilginç bir hikâye duydum sana onu anlatayım” saikiyle anlatmamıştır. Zira hikâyenin “Müslümanların hiçbir şey hak etmediği”, “Yahudi ve Hristiyanlar gibi birbirlerini tutmadıkları” ya da “Şahit oldukları haksızlıklara isyan edecek ahlaki cesaretleri olmadığı” gibi önermeleri mevcuttur. Öyleyse buradan varılabilecek doğal sonuç “Biz adam olmayız” yahut “Bizden olmaz” gibi çıkarımlar olsa gerektir.
Yine muhtemeldir ki dinleyenler de bu ana fikre ya da çıkarımlara pek itiraz etmemişlerdir. Zira böyle yaptı ise Müslümanlar, hakikaten hava bile haram diye iç geçirmişlerdir belki de. Zaten hikâyeye de gerek yok herkes bu mesajı bir yönüyle doğrulayacak en az bir olaya ya da duruma şahit olmamış mıdır? Dolayısıyla bir malumun pekiştirilmesinden ibaret bir durum mevzubahistir.
ÖRTÜK GAFLET
İşte bizi içten yıkan, içeriden çürüyerek güçsüz düşen bir ağaç gibi içimizi boşaltan örtük bir gaflet bu. Kendi elimizle anlattığımız, yaydığımız, inandığımız, inandırdığımız bu hikâyelerle ve bu hikâyelere bağladığımız o muhteşem çıkarımla başardığımız şey, öz güvenimizi yer ile yeksan etmek. Pek çok açıdan toplumların seyri, yaşamı, gelişimi ve akıbeti insanlardan farklı değildir. Nasıl ki çocukluğundan itibaren aşağılanan bir insan sağlıksız bir kişilik gelişimi için mümtaz bir adaydır; nasıl ki her daim ne kadar yetersiz olduğu hatırlatılan bir kişiden başarılı ürünler çıkması olası değildir; işte sürekli aşağılanan, yetersizliği, erdemsizliği, ahlaksızlığı konuşulan bir toplumun da varacağı nokta benzerdir.
TOPLUMLARI DÖNÜŞTÜRMEK…
Toplum gerçekten öyle olsa dahi! Zira mesele toplumla ilgili gerçekçi tespitler yapmak değildir. Bunun yapılacağı ve yapıldığı pek çok yer, mecra vardır ve yapılmaktadır. Mesele; toplumun her yaştan her kesimden her bir ferdinin maruz kaldığı bu hikâyelerin, masalların, mesellerin ona ne kadar eksik bir bütünün parçası olduğunu hatırlatmasıdır. Gerçekten yetersiz, ahlaksız, erdemsiz ya da başarısız bir insanı dönüştürmek nasıl ki her dakika ona bu yetersizliğini hatırlatmakla başarılmıyorsa toplumları dönüştürmek de bu şekilde başarılmaz.
Kendi eliyle genel geçer bir kural, bir ülkü, bir başucu sözü gibi “bizden olmaz” sloganı ile milletlerin kendilerini bütünleştirmeleri; mevcut eksikliklerin kökleşmesi, arızaların kanserleşmesi yahut ahlaksızlıkların meşrulaşmasından başka bir şeye hizmet etmez. Bu, milletlere gereksiz ve içi boş bir narsisizm pompalayan abartılı kahramanlık destanlarının dozajının kaçırılıp geçmiş başarılarla övünmekten başka bir şey yapmayan bir toplum inşa etmenin zararlarından farksızdır. Böylelikle insan yetiştirirken yaptığımız “sen en değerlisin” ile “sen işe yaramazsın” uçurumlarına kayma hatası, kolektif olarak da işlemiş olmaktadır.
KALIP YARGILAR
Meselenin bireye bakan yönüne biraz daha odaklanmak gerekir. Gruplar hakkındaki kalıplaşmış inançları ifade eden kalıp yargılar (ya da stereotipler) bir süre sonra o grubun üyelerinin bu inançlara dair geliştirdikleri farkındalıklarla sonuçlanıyor ve bu da beraberinde grup üyelerinin alçaltıcı yerleşik yargıları haklı çıkarmamak için ilave bir performans kaygısına girmesine yol açıyor ki buna da stereotip tehdidi deniyor. Örneğin; siyahiler akademik olarak beyazlardan daha başarısızdır gibi bir kalıp yargı nedeniyle bir siyahi, sınavlarda üzerinde daha büyük bir performans baskısı hissedebilir. Bu da gerçekten kötü sonuçlar almasına yol açabilir.
Bunun örneklerini çoğaltmak mümkün zira her grubun diğeri tarafından kalıp yargısal bir etiketlemeye maruz kaldığı bir “öteki” si vardır. Daha kötüsü, kişiler maruz kaldıkları kalıp yargıları içselleştirir ya da kendilerine dair olumsuz değerlendirmeleri alışkanlık hâline getirirlerse ortaya çıkabilecek bir diğer sonuç kendini gerçekleştiren kehanet olur. Böylelikle belki de gerçekçi olmayan kendimize ilişkin inancımız, buna uygun davranışlarımız nedeniyle gerçeğe dönüşecektir.
ÖZ YETERLİLİK
Tüm bu yazının temel amacı basitçe “Kendine inan, başarabilirsin!” ya da “İnanmak başarmanın yarısıdır.” türünden bir motivasyon konuşması kurgulamak değildir. Zira bu konuda bireylerin hedefleri, yetenekleri ve ilişkili pek çok bireysel farklılıkları gözetilmeden genel reçeteler sunmak risklidir. Lakin asıl altını çizdiğimiz şey bizlerin gerek bireysel gerekse kolektif düzeyde kendimizi nasıl değerlendirdiğimizdir. Albert Bandura yaklaşık kırk yıl önce bunu öz yeterlilik (self efficacy)[1]* kavramı ile açıkladı ve yaşamımız için ne denli önemli olduğunu ortaya koydu.
Öz yeterlilik insanların herhangi bir konudaki eylem ya da performanslarına dair kendi kapasiteleri, yetenekleri ya da başarı olasılıklarına ilişkin kişisel değerlendirmelerini içeren inançlarına karşılık gelmektedir. Spesifik bir alandaki (ör. spor, akademik başarı ya da kişisel hedefler gibi) bir amacın gerçekleştirilmesinde bireyin kendi kapasitesine ya da yeteneğine ne kadar inandığı oldukça belirleyicidir. Siz eğer kendinize inanırsanız bu hedefin gerçekleştirilmesi için gerekli çabayı sergilersiniz. Zaten yapabileceğinize içten içe inanmadığınız bir hedef için sergileyeceğiniz gayret, ancak “dostlar alışverişte görsün” kabilindendir. Yok eğer gerekli çabayı sergilerseniz mevcut amacı başarırsınız ve bunu gerçekleştirirseniz gelecekte benzer eylemlerle ilgili öz yeterlilik inançlarınız gelişir. Evet, anlıyoruz ki öz yeterlilik inançlarımızı besleyen kaynaklardan biri geçmiş deneyimler ve sonuçlardır. Bunun yanında benzer insanların gözlemlediğimiz deneyimleri de dolaylı bir kaynak olarak öz yeterlilik inançlarımızda etkilidir. Ayrıca çevreden gelen geribildirimler teşvik edip güdüleyerek yahut hevesimizi kırarak bu sürece tesir edebilirler.
“İNSAN BİR BÜTÜNÜN PARÇASIDIR”
İnsan dünyada tek ve izole olarak yaşamını sürdüren bir tür değildir. Aile, grup, toplum, millet… hangi zaviyeden bakarsanız bir bütünün parçasıdır her daim. Gerek bu çokluğun içinde birey olarak gerekse kolektif olarak sahip olduğu öz yeterlilik inancı -yani kendine, yeteneklerine ve yapabileceklerine güvenle yaslanabilmesi- onun yaşam üzerindeki kontrolünün ve başarılarının en temel dayanağıdır. Her daim kendini aşağılayarak inşa ettiği kolektif hafıza, tümüyle bir yeteneksizlik ve kapasitesizlik ikliminden ibaret kalacak ve millet olarak iradesini teslim etmeye hazır, küresel anlamda mütemadiyen edilgen, kırılgan bir insan topluluğu olacaktır. Benzer şekilde; birey olarak da yetenek ve kapasitesine kör yahut içine girdiği başarısızlık döngüsünü kıramamış olanlar, ilk önce yaşamları üzerindeki hakimiyeti sonra da yaşama lezzet veren diğer pek çok şeyi yitireceklerdir.
[1]* Bandura, A. (1997). Self-efficacy: The exercise of control. W. H. Freeman and Company