Kültürün Dili, Dilin Kültürü veya Dilsiz Kültürlülük
- HAYATSürmanşet 1
- 11 Kasım 2022
Türkiye’deki siyasî gelişme ve tartışmaların içinde de dışında da değilim. Daha doğrusu tartışmalara dair görüşlerimi ulu orta, sosyal medya veya bir şekilde kamuoyuna yansıyacak şekilde yansıtmamaya özen gösteririm. Bir şeylerden çekindiğim, korktuğum ya da ürktüğüm için değil. Zira, bu şekildeki siyasal tartışmaların bir usulünün ve kültürünün kendi ruhuma uygun olmadığını düşünüyorum. Yani mesele bundan ibaret.
Amma, geçenlerde bir siyasetçinin kültürle, dille ilgili bir sözü veya değerlendirmesi üzerine başlayan tartışmadan mülhem olsa gerek, zaman zaman benim de damarıma basan dil ve dilin kültürü ve kültür ve kültürün dili hakkında da görüşlerimi dermeyan etmek isterim.
DÜŞÜNCE ÜRETEN TÜRKÇE NEREDE?
Geleceğim mesele, hani bir siyasetçi “Bir kültür devrimi olarak cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir. Bugün konuştuğumuz Türkçeyle, bir düşünce üretemeyiz. Sadece konuşma ihtiyacımızı karşılayabiliriz.” demiş ya, işte o mesele. Ve yine hani bu siyasetçiye cevap veren bir başka siyasetçinin şöyle bir cevabı vardı ya: “Şu rezalete bakar mısınız? Tarihi fesli meczuplardan öğrenmiş, bir sözde entelektüelin, hezeyan dolu şu analizine bakar mısınız? Neymiş? Bu fevkalade aydın arkadaşımız çığır açıcı düşüncelerini, Türkçe dilinde üretemiyormuş. Sadece konuşabiliyormuş ve bundan da çok müzdaripmiş…”
Dikkat! Ben burada ne o siyasetçinin ne de bu siyasetçinin tarafında olmasam da herhâlde az buçuk birinci siyasetçinin bu mevzuda düşündüğüne benzer şeyler düşündüğümü söylemeliyim. Hatta öyle ki, ben bu yazıyı bu siyasetçilerden önce hazırlamaya başlamıştım. Onun için normal bir kültür veya edebiyat hasbihâli olacak olan bu yazı şimdiden siyasete kurban gider diye de endişeleniyorum. Neyse ki, siyaset tartışmalarının içinde, yanında kenarında veya yakınında olmadığım için de bu yazıyı rahatça yazabileceğimi düşünüyorum.
Gelelim bu yazının hikâyesine. Bizim İrşad Başkanlığının kütüphanesinde merhum Ömer Nasuhi Bilmen’in “Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu” isimli dev eserinden bazı maddeleri okumaya kalkıştım. Kalkıştım diyorum, okumak, anlamak artık bu akıl için öylesine ağır ki!!!
MEVCUT KELİMELER, ESKİYİ ANLAMAMIZA YETMİYOR
Sonra, bu ağırlıktan kurtulmak için biraz daha hafif olsun diye merhumun yine “Dinî ve Felsefî Ahlak Lûgatçesi” isimli eserini karıştırmaya başladım. Amma gördüm ki, bendeki mevcut bu kültür, bu dil bilgisi, bu idrak, bu kavrayış o zamanın en sade diliyle yazılmış eserini dahi anlamakta zorluk çekti.
Bu ifadelerimden sakın ha eserlerin anlaşılmaz olduğunu ifade etmek istediğimi anlamayın. Bildiğimiz mevcut kelimeler, mevcut kültürümüz, mevcut anlayışımız, kültür ve medeniyet üreten o eski Tükçeyi anlamaya yetmiyor. Yani âdeta kültürsüzleştirilmiş, dilsizleştirilmişiz de haberimiz yok!
Bakınız, Ömer Nasuhi Hoca’nın eseri ile ilgili verdiği ön bilgiye: “Bu eser, ahlâkiyata ait olup muhaveratımızda, edebiyatımızda, müstamel bulunan 770 kelimeden müteşekkildir. Bu kelimelerin evvelâ lisanımızda delâlet ettiği lügat manalarına işaret olunmuş, sonra da istilahî manaları gösterilmiştir. Bu kelimelerden her birine ait bir iki faideli, hakimâne vecize yazılmış ve yine bu kelimeleri havi olmak üzere hafızaları tezyini edecek tarzda ahlakî, edebî birer beyit veya birer kıt’a ilâve edilmiştir.”
O ESKİ DİL BİZE YÜK OLMUŞ
Demek istediğim de bu. O zamanın en sade dili bile şimdi bize yük olmuş da haberimiz yok. Bu durumda, sadece Türkçe konuşuyoruz, ama Türkçe üretemiyoruz, demenin neresi yanlış?
O küçücük, “karşılıklı konuşmalarda” kullanılan 770 kelimeyi ihtiva eden eserin ilk sayfalarında “İctihad” diye bir kelime geçiyor. İctihad ise şu demekmiş: “Çalışma, sây-u gayret, fikir ve kanaat. Bir mes’elenin hakikatini veya hükmünü delillerinden çıkarmak için fikri itap ile sarfı makderette bulunmak. Din eimmesinin şer’î mes’eleleri âyetlere, hadislere veya icma ile kıyasa tevfikan tayin hususundaki cehd ve ikdamları. Bir insanın tehzibi ahlâk hususunda kudreti yettiği kadar çalışması.”
Dedim ya, hangi kelimesini şimdi anlayacağımız dile aktarayım bilemiyorum. Aktarsam ne anlam ifade eder onu da bilmiyorum. Ömer hoca, “çalışma” dedikten sonra bir de say-u gayret demesin mi? Demiş de ne olmuş demeyin. Biz şimdi sadece çalışma ile geçip geçiştiriyoruz bu 3 kelimeyi. Say nedir gayret nedir aklımıza bile gelmiyor. O ön bilgide geçen muhaverat kelimesini ben buraya karşılıklı konuşma diye Türkçeleştirdim ya, tam karşılamıyor vallahi. Karşılıklı konuşmada ruh yok, mana yok, sadece konuşmak işte. Ya muhaverat! Derin bilgi, var, soru sorgu var, doyurucu cevap, şaşkınlık, tebrik ve itiraz hepsi var. Yani adam bir kelime kullanmış ama kitap gibi mana çıkıyor karşımıza.
NEZİH NEDİR BİLİYOR MUYUZ Kİ?
Hocanın gelelim edep tanımına. Şimdi biz edebi ancak bir edepsizlik olduğunda anlamaya çalışıyoruz. Üstelik edepsizliğin ne olduğunu da bilmeden. Ama, “Edep: Haya, nezaket, zarafet, güzel terbiye, edebiyat ilmi, mekârimi ahlâk ile ittisaf, insanı, mucibi ar olan hâllerden vikaye eden nezih bir meleke.”dir. Geçin nezaketi ve zerafeti, şimdi şu cümlenin ihtiva ettiği derin manaya bakın: “Mekârimi ahlâk ile ittisaf, insanı, mucibi ar olan hâllerden vikaye eden nezih bir meleke.”
Diyorum ya, bunun şimdiki Türkçesi derin diye, sormayın diye. Anlatamam. Nasıl anlatayım şimdi ben size “insanı, mucibi ar olan hâllerden vikaye eden nezih bir meleke”yi? Bizde ar kaldı mı ki, vikayeyi anlayalım. Nezih nedir biliyor muyuz ki, melekeyi anlayalım.
Yazımızı merhum Nasuhi hocanın İslâh’ı bize anlatması ile bitirelim de Türkçe konuşup konuşmadığımızı anlayalım:
İslâh: Düzeltme, bir şey’i iyi bir hâle getirmek. Husumetlerini izale edecek veçhile beynennas tavassut, İslahı zatüyl’beyn, yâni aralarında iğbirar bulunan kimseleri barıştırmak bir vazife-i insaniyedir.