En Doğru Tebliğ, Rol Model Olarak Yapılandır
- HAYATSürmanşet 2
- 3 Haziran 2022
Emri bi’l-marûf nehyi ani’l-münker. Bu tamlamayı okuduğumuzda, gördüğümüzde işittiğimizde hemen zihnimizde şimşekler çakar. “Evet, ben bunu biliyorum: İyiliği emredip, kötülüklerden sakındırmak” Bu çok güzel bir çağrışım. Peki, gerçekten ne demek bu kavram?
Marûf, bilinen, tanınan ve benimsenen şey demektir. Bazı sözlüklerde ise maruf, iyi söz, cömertlik, ihsan ve iyi davranış olarak ifade edilmektedir. Daha güzel bir ifadeyle marûf, aklın kabul ettiği, şeriatın benimsediği ve temiz tabiatlı insanların uygun gördüğü şeylerdir. Münker ise tasvip edilmeyen, yadırganan, sıkıntı duyulan şey demektir. Başka bir ifadeyle münker, insanın vicdanını rahatsız eden şeylerdir.
BİLGİLENDİRME, ÖĞÜT VE SÖZLÜ UYARI
Kur’ân-ı Kerîm’de maruf ve münker kelimeleri dokuz ayette “marûfu emretme, münkeri nehyetme” anlamına gelen ifade kalıplarıyla geçmektedir. Bu ayetlerde hangi davranışların maruf, hangilerinin münker olduğu belirtilerek; marufun dinin yapılmasını gerekli gördüğü veya tavsiyeye değer gördüğü, münkerin de bunların zıddı olan söz ve davranışların tamamını kapsadığını göstermektedir. İslam âlimleri, emri bi’l-marûf nehyi ani’l-münker görevini yerine getirirken bilgilendirme, öğüt ve sözlü uyarıdan başlayıp duruma göre gittikçe sertleşen çeşitli yöntemler uygulanması gerektiğini belirtmişlerdir.
Kur’an ve sünneti okuma, anlama ve uygulama noktasında hassasiyete sahip insanların dahi kulak aşinalığı olduğu kavramlardır bunlar. Hatta kelimeler ve kavramlar üzerinde uzun uzadıya durulmasını eleştirip: “Uzatmaya ne gerek var canım, dinimizin yapılmasını istediği emirler maruf; yasakladığı şeyler de münkerdir” diyebilirler. Pratik bir çözüm gibi geliyor aslında.
HERKESİN İÇİNDE NEFSİMİZ DE VAR MI?
Buraya kadar bir sorun yok aslında. Asıl sorun buradan sonra başlıyor. Çünkü maruf ve münker konularında muhatap ararken hiç zorlanmıyoruz. Hani iyiliği emredip, kötülükten sakındıracağız ya?
Kimi iyiliği teşvik edeceğiz ve kimi kötülüklerden sakındıracağız? Kimi olacak, işte herkesi. Ailemizi, çevremizi, akrabalarımızı ve diğer bütün insanları.
Peki, bu herkesin içinde biz var mıyız? Bu herkese nefsimiz dahil mi?
Biz kendimizi adeta sınıf başkanı gibi, uygulayan, gerçekleştiren olarak gördüğümüz için maalesef bu herkese kendi nefsimizi dâhil etmiyoruz. Hem ayrıca bizim bir eksiğimiz mi var ki kendimizi dâhil edelim? Bakacağız çevremize, ortamımıza, camiamıza. Kimin ne eksiği varsa uyaracağız. Hatta bunu yaparken, din adına yapacağız. Yol yordam bilmeden. Adap erkân görmeden. Usul erkân gözetmeden. Kırıp dökerek, etrafımızı sadece bize değil, davetçisi olduğumuzu iddia ettiğimiz dine karşı soğutarak yapacağız bütün bunları.
“Biraz nezaket!” diye bir uyarı aldığımızda hemen savunmaya geçip: “Efendim siz biliyor musunuz? Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Haklıyım efendim. Neden susacakmışım?” “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” şeklinde bir uyarı daha var diye hatırlatıldığında ise biz sadece kendi işimize geleni alır, nefsimize hoş gelen pencereden bakarız. Neden peki? Biz her şeyi biliyoruz, biz mükemmeliz ya! Allah muhafaza! Estağfirullahel azim!
Kur’an okuruz, meal, tefsir okuruz, hadis okuruz. Ama işimize geldiği gibi okuruz. Maalesef sahâbe efendilerimizin okuduğu gibi okumayız ve onların okuduğu gibi okumaya da çalışmayız. Bu anlamda en ufak bir çabamız yok yani.
Çok net bir örnek vermek gerekirse; Kur’ân-ı Kerîm’de münafıklardan bahseden, münafıkların özelliklerini anlatan ayetleri okuduğumuzda, gözlerimizi kapatırız ve çevremizde kim var kim yok âdeta film şeridi gibi belleğimizden akıp gider. Başlarız hemen yaftalamaya. Çevremdeki bunun şu özelliği var münafık olabilir. Şunun şöyle bir kusuru var, o da münafık olabilir. En iyisi onlarla olan ilişkilerime dikkat etmeliyim.
SAHÂBE KUR’AN’I NASIL ANLADI?
Peki Kur’ân-ı Kerîm’i ilk ağızdan dinleyen sahâbe efendilerimiz nasıl dinlemişler, nasıl okumuşlar ve nasıl anlamışlardı? Aynı mevzudan yürüyecek olursak; münafıklardan bahseden, münafıkların özelliklerini anlatan ayetler nazil olduğunda her bir sahâbî efendimiz önce kendi nefsini sorguladı. Hiç kimseyi yaftalamadan önce herkes kendi davranışını ve kalbini yokladı. Acaba ayette sözü geçen münafıklık alameti bende var mı? Diye her biri önce kendine baktı. Hatta kendi nefislerini o kadar çok yargıladılar ki, başkasına bakacak fırsat da bulamadılar cesaret de. İşte aramızdaki en büyük fark.
İyi de onlar Peygamberimizin arkadaşlarıydı. Onlar, âdeta suyun başındaydılar. İlk kaynağından duydular, öğrendiler ve uyguladılar. Onlar, sahâbe efendilerimizdi. Aradan on dört asır geçti. Hem biz zayıfız. Hem biz aciziz. Onlarla kendimizi nasıl kıyaslarız?
Dilin kemiği yok diye boşuna söylenmemiş. Emri bi’l-marûf nehyi ani’l-münker görevini yerine getirirken hep başkasına bakıyoruz. Adeta mükemmel bir insanmışız gibi. Sahâbe efendilerimizin yaşam biçimleri söz konusu olduğunda ise “biz aciziz, biz zayıfız” diyoruz. İnanmadan acizliği kabul edişimizde bile riya ve kibir kokusu geliyor Allah muhafaza! Estağfirullahel azim! Yani yine bildiğimiz biz. Yine tanıdığımız biz… İşimize geldiği gibi görür, duyar, yaşar ve konuşuruz. Ama her sözümüzün her davranışımızın mantıklı bir açıklaması vardır. Ayet ve hadislerden delillerimiz bile vardır. Allah muhafaza dostlar, ayet ve hadisleri bile kendimize göre yorumlamakta üstümüze yok. Merhum Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi: “İslam çok güzel de biz onun neresindeyiz?”