Sınıf Atlarken Sınıfta Kalmak
- HAYATSürmanşet 2
- 16 Aralık 2021
Evrensel mesajları ile karanlık çağları, nuruyla aydınlatan İslam dini ve tebliğcisi Hz. Muhammed (s.a.v.) yaşayan mükemmel bir ahlak ile Müslümanlara en doğru ve en güzel rol model olmuştur. Peygamberimizin arkadaşları, ilk Müslümanlar yani sahabe efendilerimiz, İslam’ı Peygamber Efendimizin okuduğu Kur’an ayetleri ve sünnetlerden, özellikle Peygamberimiz’in yaşantısından öğrenmişlerdir.
Müslüman’ın Örnek Olması
İslam’ın itikad, ibadet ve ahlak üzere kaim olduğunu biliriz ve söyleriz. Kelime-i şehadet getirerek insanın İslam ile şerefleneceğini, imanın esaslarını yani neye nasıl inanması gerektiğini itikad başlığında inceleriz. İslam’ın nasıl yaşanacağını, namazın nasıl kılınacağını, orucun nasıl tutulacağını, zekâtın nasıl hesaplanacağını ve kimlere verileceğini ibadet başlığında inceleriz. Müslüman’ın örnek bir şahsiyet olarak yaşamını sürdürmesini, ailesi ile komşuları ile geçimini, toplumsal hayatını, iyinin, güzelin ve doğru olanın, insan ve toplum hayatı üzerinde egemen olmasını ise ahlak başlığında inceliyoruz.
İtikad ve ibadet kapsamında şekilci yaklaşımlarla da olsa bir gayretimiz göze çarpıyor. Hatta muhataplarımızı “Aman ha öyle söyleme, dinden çıkarsın” diye tehdit edebiliyoruz. Eksik bilgimizle buna cesaret edebiliyoruz, evet. Ya da bankaya vardığımızda görevli personele: “Hanım kızım, çayını sol elinle içme bak, haramdır.” derken tebliğ yaptığımızı düşünüyoruz.
Doğru Yaşıyor Muyuz?
Dirseğin arkasına su değmediği için abdesti kabul olmayacağını söylediğimiz genci, arka saflarda gürültü yaptığı için camiden uzaklaştırdığımız çocukları, bizim kötü ahlakımıza bakarak İslam’a kem söz söyleyen insanları suçlarken nasıl da sivri dilli olabiliyoruz. Doğru ya… Biz haklıyız. Biz tebliğ yapıyoruz. Ama onlar anlamıyorlar. Evet evet. Onlar anlamak istemiyorlar. Yoksa biz doğruyu söylüyoruz. Gerçekten biz doğruyu söylüyoruz değil mi? Çoğunlukla doğruyu söylediğimiz doğru. Ama doğruyu yaşadığımız konusunda ciddi tereddütlerim var.
En büyük çıkmazımız aslında burada yatıyor. Doğruyu söylüyoruz ama doğru yaşamıyoruz. Yani özü ile sözü bir insan olamıyoruz. Çok acı bir durum maalesef. Peygamberimizin çocuklara nasıl şefkatle yaklaştığını, hayvanlara nasıl merhamet ettiğini anlata anlata bitiremeyiz. Gel gör ki, evimizdeki çocuklara, sokağımızdaki hayvanlara nasıl davranacağımızı bilemiyoruz.
Peygamberimiz Gösterişten Ve İsraftan Uzak Hayat Sürdü
Peygamberimizin nasıl yokluk içinde yaşadığını, mübarek tenlerine hasır serginin izinin çıktığını, günlerce aç kaldığını, yokluk içinde dahi yemeğini yoksullarla paylaştığını anlatırken hem bizim hem dinleyenlerin gözünden yaşlar süzülür. Ya sonra? Sonra sohbet biter, saray yavrusu evlerimizde gösterişli sofralarımızda, birbirinden varlıklı misafirlerimizi ağırlarız. Kuş sütü eksik sofralarımızda, tıka basa doyduktan sonra “Allah’ım, fakirlere sen yardım et.” diye dua etmeyi ihmal etmeyiz. Oysa Allah, yoksullara yardım etme görevini bize vermişti. Hâşâ Cenab-ı Allah’ın bize verdiği görevi biz tekrar O’na mı veriyoruz?
İslam devletinin başkanı olan Peygamber Efendimiz’in, gösterişten uzak, israftan uzak, mütevazı yaşamını insanlara örnek olarak anlatırken; her yanımızdan kibir ve ukalalık abidesine dönüştüğümüzü neden göremeyiz? Ha bir de yaptığımız bütün hataların, mantıklı bir açıklaması oluyor mutlaka. Yaşantımızdaki israfın sınırı yoktur. Açıklaması: “Allah güzeldir, güzel olanı sever.” Ya da “Allah kuluna verdiği nimetleri onun üzerinde görmeyi sever.” Atalarımız minareyi çalan kılıfını hazırlar demişler ya boşuna dememişler gerçekten. Yaptığımız her yanlış için cebimizde mutlaka birkaç mazeret hazırdır.
İslam’da helal olan şeyler var, haram olan şeyler var. Bir de şüpheli olan şeyler var. Allah katında takva sahibi olanlar, haramı tamamen terk ettikleri gibi, şüpheli olan şeylerden de uzak durmasını bilmişler. Oysa bizler, şüpheli olanları önce mübah sonra helal sınıfına aldık. Ardından haramlara uzanır olduk. Sonra haramlardan hoşlanır olduk. Tıpkı İmam-ı Şâfî Hazretlerinin dediği gibi:
“Haramın en zoru başıdır. Sonra kolaylaşır. Sonra sıradanlaşır. Sonra alışılır. Sonra tatlanır. Sonra kalbe yerleşir. Sonra da kalp başka bir haramı arar.”
Müslüman’ın, haram ile imtihanını anlatırken ilginç bir tespit yapılır. Derler ki, “İnsan hiçbir haramı kendi kalbinde helal yapmadan işlemez, yemezmiş.” Hakkımız olmayan bir işi yaptığımızda kalbimizden neler geçmez neler. Önce nefsimizle ciddi bir mücadele başlar. “Aman ha bu haramdır, günahtır. Bak bunun içinde tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Sakın ha!” Sonra mücadele tersine döner. “Evet ben bunu aldım. Ama ben almasam inançsız birine gidecekti. O güçlü olacağına ben güçlü olmalıyım. Hem ayrıca ben aldım ya… Ucundan kenarından fakire, garibana da veririm. Böylece ödeşmiş oluruz.” Ah dostlar! Kimi kandırıyoruz? Kiminle ödeşiyoruz? Hesaplaşma olmadan helalleşme olur mu hiç! Ama bu dünyada ama ahirette.
Kamu işinde kamu aracını, özel işinde kendi aracını kullanan, haramdan sakınırken kor ateşten sakınır gibi sakınan “Mücahit ruhlu Müslümanlardık” biz. Âdeta sınıf atlar gibi mücahitlikten transfer olduk. Sahip olduğumuz varlık, aklımızı başımızdan aldı. Daha doğrusu hükmettiğimiz varlığı, bize ait zannettik. Kendimizi yenilmez bir güç sahibi olarak gördük hâşâ! Güç zehirlenmesi diye nitelendirilen kavramı nefsimizde yaşar olduk. Zamanla her şeye müsait olduk. Aklımız şaştı. Kıblemiz şaştı. Aile hayatımız şaştı. “Herkes yapıyor” sözü bizim referansımız oldu.
Sanki “Bu kadar eleştiri de fazla.” dediğinizi duyar gibiyim. Hedefimde hiçbir tabela ya da yapı yok. Derdim, İslam’a zarar veren Müslümanlar. Yani bizleriz. İğneyi önce kendimize batırmak zorundayız. Bizler İslam’ın sempatizanları veya taraftarları değiliz. Bizler, İslam’ın mensuplarıyız. Belki bizler, İslam’ı temsil iddiasında olmayabiliriz. Lakin Müslüman kimliğimizden dolayı bizim şahsımızda İslam’ı görüyorlar. Ve ne hazindir ki, kişisel hatalarımızı, ihtiraslarımızı İslam’a mâl ediyorlar. Vebal olarak bu yetmez mi bize? Oysa ne diyordu Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç: “İslam güzel de Müslümanlar bunun neresinde?”
Belki de yapmamız gereken “Bana göre, kanaatime göre…” ukalalığını bırakıp, İslam’a göre ölçüsünü ortaya koymaktır. Yani İslam’ı kendimize uydurmak yerine; kendimizi İslam’a uydurmaya çalışmalıyız.