“Muhammed Hamîdullah, Gurbetteki Bir Garipti”
- HAYATSürmanşet 2
- 17 Aralık 2020
Sayın Sırma, Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah deyince akla gelen isimlerden biri de sizsiniz. Vefatına değin devam eden bir irtibatınız ve dostluğunuz olan Hamidullah Hoca ile nerede ve nasıl tanıştınız?
Hamîdullah Hocayı 1963’te bir konferansta dinleyici olarak tanıdım. O sıralarda (1963-1966) Ankara Üniversitesi’nde ilahiyat öğrencisiydim ve kendileri hocam oldular. Mezun olduktan sonra, doktora çalışmalarım için Paris’e gittiğimde onunla daha sık bir araya gelebildim. Cuma günleri camide buluşuyorduk. Pazar günlerinde ise Müslüman Talebeler Cemiyeti’nin seminerleri oluyordu ve hocamız orada seminer veriyordu. Biz de hocamızı dinlemeye gidiyorduk. İlmî konularda sohbet ederdik. Bizlere engin birikimlerini aktarırdı. Hayatını hizmete adamış biriydi. İrtibatımız böyle başladı diyebiliriz. Bu beraberliğimiz devam etti. Kendisiyle bir arada olmayınca mektuplaşırdık. Bana yazdığı mektupları da kitaplaştırdım.
Onun size yazdığı mektupları okuduk. Sizin ona yazdığınız mektupları da okumak isterdik aslında ama onun size vermiş olduğu cevaplardan yazıştığınız konular anlaşılıyor. Örneğin Hamîdullah Hoca Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilgili kitabının bir yayınevi tarafından basılmadığını ve kendisine cevap dahi verilmediğini dile getiriyor. Fransa’da Clermont Ferrand’ın Başpapazının camiye çevrilmesi için Müslümanlara kilise hediye etmesi ve buna benzer daha birçok hatıra… Hamîdullah Hoca ile aklınızda kalan ve tebessüm ettiğiniz bir hikâyenizi sizden duymak isteriz.
Gecenin bir vaktinde kısa bir mail geldi, “Hocanız hasta.” diye. Ben de hemen atladım uçağa ve gittim. Havaalanında tonton bir polis vardı. Beni güvenlik alanında durdurdu ve nereye gittiğimi sordu. Ben de “Hocam var onu ziyaret etmeye gidiyorum.” deyince polis şaşırdı ve arkadaşlarını yanına çağırıp onlara beni göstererek “Sırf hocasını ziyaret için gidiyor.” dedi. Gariplerine gitmiş demek ki. Hamîdullah Hoca günde en az 10 mektup yazardı. Kimsenin mektubunu da cevapsız bırakmazdı. Onun bana yazdığı mektupları zaten ben de kitaplaştırdım. Büyük ihtimalle benim mektuplarımı da o saklamıştır ama Amerika’ya gittiğimde o hengâmede bir şey yapmadım, sormadım da. Amerika’da hoca hastalanınca elimle ona yoğurt yedirdim. 17 tane dil bilen hoca hepsini unutmuştu ve sadece Urduca kalmıştı aklında yani ana dili. Bir de Kur’an. Kendisi 6 yaşında hafız olmuştur. Orada bir hafta durdum. Bir hafta sonra da zaten vefat etti. Çok üzüldüm ve şunları yazdım cenazesine gidemedim diye:
Bana derman olayazdı,
gurbetin “hûn” günleri
Akarsa aksın amman
bitsin bu gurbet günleri
Gece 03.00’te telefon çaldı. Arayan Merve Kavakçı’ydı. Hamîdulllah Hocamın vefatını haber verdi, ağlıyordu. Babasını sordum. Cenazeye gittiğini söyledi. Elhamdülillah, hiç olmazsa bir öğrencisi (Yusuf Ziya Kavakçı) cenazeye katılacak dedim.
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin…
demiş Yunus Emre. O garipti, “Heimatlos” idi. Yüzümü güldüren bir hikâyeyi de paylaşayım sizinle. Bir gün Erzurum’da lokantaya gittik hocayla birlikte. Lokantanın sahibi keklik besliyordu. Keklik hocanın omzuna kondu. Hoca şaşırdı. “Bu nedir?” dedi. “Keklik” dedim Fransızcadan. Kekliğin Fransızcasını benden öğrendi. Buna çok gülmüştük.
Hamîdullah Hoca vefat ettiğinde evinde hiçbir şeyi olmadığı söyleniyor. Çok mütevazı bir hayat yaşadığını biliyoruz aslında ama okuyucularımıza hatırlatmak babından sizden birkaç anekdot alabilir miyiz?
Şöyle biz söz vardır; İslam’ı anlatanlar çoktur ama onu yaşayanlar azdır. Benim tanıdığım Hamîdullah Hoca İslam’ı hem biliyordu, hem de anlatıyordu. Aynı zamanda yaşıyordu da. O gerçekten zahit denen insanlar gibi yaşıyor ve hayatını ona göre şekillendiriyordu. Onun kadar çok ilme sahip olan kişiler genellikle kibirlenir. Hocada öyle bir şey söz konusu dahi olamazdı. Çok tevazu sahibiydi ve bunu gösterirdi de. Bir örnek vereyim; Hoca Erzurum’da iki sene hocalık yaptı. Daktilosunu Fransa’dan getirmediğinden benim daktilomu iki günlüğüne ödünç istedi. Ben de götürdüm. Erzurum soğuktur. Bir gece yarısı kapı çaldı. Hanım baktı ve “hoca gelmiş” dedi. Yatsıdan sonra yüklenmiş daktiloyu getirmiş. Baya ağırdı da. Hanım kızdı bana “Koca daktiloyu neden hocaya taşıtıyorsun?” diye. Hoca zayıf biriydi. “Hocam niye zahmet ettiniz ben gelir, alırdım.” dedim. “Sen niye vaktini harcayasın.” dedi. Böyle bir hocaydı o yani. Biz başka hocalar da tanıdık. “Şunu yap, bunu yap.” diye emirler verirlerdi. O hiçbir zaman, hiç kimseye yük olmak istemezdi.
Sizce, onun “vatansız” oluşu çalışmalarını nasıl etkiledi?
Bir ayet var; “… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (Bakara suresi, 2:216). Hocanın Hindistan’dan çıkması da hayra vesile oldu. İki doktora yaptı ve ilmî çalışmalarda bulundu. Hindistan’da kalsaydı mesela abisi gibi olurdu. Abisini tanıyor musunuz? Habîbullah Hamîdullah. Kendisi müfessirdir. Büyük bir tefsir yazdı ama kendisini herkes tanıyamadı. Muhammed Hamidullah Hoca ise Avrupa’da ve bir de Heimatlos (vatansız) olduğu için tanındı ve ilmini yayabildi. Hocanın bir özelliği de, ben taklit etmeye çalışıyorum ama haddimize değil, nereye çağrılırsa çağrılsın “yok gelemem” demezdi, giderdi. “Ben efendim büyük hocayım gitmem.” diye bir kibri falan yoktu.
Peki bu durum kendi şahsiyetini nasıl etkiledi sizce? Mesela vatan hasretini dışa yansıtır mıydı?
Ben size bir mektubundan bahsedeyim o ona cevaptır. Bir gün yine bana hocadan mektup geldi. Zaman zaman benden kitap isterdi ben de gönderirdim. Kendisiyle öyle bir alışverişimiz vardı. Yine bir iki kitap istemişti. Bana parasını sordu ben de açıkçası oralı olmadım. Bana şöyle bir mektup yazdı, diyordu ki: “Ben ki 78 yaşında… 26 Muharrem 1326 doğumlu. Artık ölüme yürüyorum. Yükümü üstümden atmak isterim. Çünkü bu ülkede ne bir çocuğum ne bir akrabam ne de bir eşim var. Ben bir garibim…” gerçekten de o bir garipti.
İnsanın fıtratında vardır sevmek. Tabii siz Avrupa’da yaşadığınız için belki bilmezsiniz. Bizim köylerimiz mesela iptidaidir. Ama yine de bizim köylerimiz bizim için daha da bir tatlıdır. Şimdi ben Pervari’ye gidiyorum mesela. Ağaçları, kayaları vs. her şeyin bir hatırası vardır bende. Hamîdullah Hoca için de Haydarabad öyleydi. İnsan unutamaz. Ama işte gurbet insanı âlim yapıyor. İmam Şâfiî’nin gurbet diye bir şiiri var; “Ok yaydan çıkıp gurbete gitmeseydi hedefi bulur muydu?” Bu ulema gurbette yetişmiştir. Gurbette yetiştiği için zaten âlim olmuştur.
Bir Kütüphane Köstebeği: Hamidullah
Hocam Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah ile ilgili yazılanlara, söylenenlere bakınca onun en çok Ehl-i sünnet anlayışı nedeniyle daha açık ifade etmek gerekirse Miraç hadisesi, Ay mucizesi gibi hususlardaki görüşleri nedeniyle eleştirildiğini görüyoruz. Bu eleştirilere nasıl yaklaşıyorsunuz?
Benim kanaattim şudur: Onu tenkit edenler gerçekten İslam’ı bilmiyor. Gerçekten hoca dediklerimiz bunu yapmıyorlar. İslam’ın özünü bırakan, takıntılara giden, öğrenmek için değil vurmak için yapanları ben zaten kaale almıyorum. Bir gün bunlara cevap vermemiz gerektiğini söyleyince hoca; “Sen fitne mi çıkaracaksın?” dedi. Hamîdullah Hoca İslam’a aykırı bir şey söylememiştir. Keşke herkes onun kadar hizmet etse. Ben Fransa’da onlarca kişi tanıyorum onun yanında Müslüman oldular. Acaba onu eleştirenler ne yaptılar? Miraç konusunda şöyle anlatayım; Hoca bu konuyu Hz. Âişe’den nakledilen bir rivayete dayanarak ele almıştır. Bu rivayete göre “Miraç hadisesi rüyada gerçekleşti.” Diyelim ki, Miraç böyle gerçekleşmiş. Bu durum Miraç’ın doğruluğuna bir şüphe getirmez ki. Vahiylerin birçoğu da rüyada gelmedi mi? Hoca ne dese eleştirecek bir şeyler buluyorlar. Burada da Hoca, Hz. Âişe’nin ifadesini sadece naklediyor, ama hiçbir zaman ruhen-bedenen olmamış demiyor. “Ben rivayetleri aktarıyorum.” diyor. Hoca böyle bir insandı. Rivayetlere ve kaynaklara göre konuşurdu.
Hamîdullah Hoca’nın çalışma metotlarından biraz bahsedebilir misiniz? Örneğin bir hadisin kaynağının sahih olduğunu doğrulamak için uzun yolculuklar yaptığı doğru mudur?
Hoca rahmetli, Batılılar ona bir isim takmışlardı; “kütüphane köstebeği” derlerdi. Kütüphanede ne kadar kitap varsa hoca bilirdi. Mesela Buhârî. Oryantalistler Buhârî’yi tercüme ettiler. Hoca rahmetli Erzurum’a geldiğinde kitabın bende olup olmadığını ve inceleyip incelemediğimi sordu. İnceleme gözüyle bakmadım dedim. Çok hata var dedi. “Ben bunları tespit etmek istiyorum. Ne dersin?” dedi. Ben de ne diyeyim, Estağfirullah dedim. Hem Fransızca ve hem Arapça olan 4 cilt kitapta bir ciltlik hata buldu. İşte hoca bu kadar çok çalışıyordu. Keşke her Müslüman onun gibi çalışsa. Vaktini boşa harcamıyordu. Erzurum’da lojmanda kalıyordu. Her sabah 7’de gider hâlini hatırını sorardım. Bir gün “Şu Buhârî elime geçse de kulağını çeksem.” dedi. “Şu ibareye bak, sırf Ebû Hânife’yi tenkit etmek için bu cümleyi koydu.” dedi. Hoca selef ulemasını tamamını seviyordu bilhassa Ebû Hânife’yi.
Muhammed Hamîdullah’ın hayattayken yeterince anlaşılıp, hak ettiği kıymetin verildiğini düşünüyor musunuz?
Değeri bence anlaşıldı. Ve özellikle Türkiye’de. Türkiye onun değerini bildi ve istifade etti. Bugün âlim dediğimiz insanların %98’i ondan istifade etti. Yaşarken de değeri bilindi. Vefat ettiği hâlde hâlâ istifade ediyoruz. Zaten âlim budur. Ölümüyle ilmi bitmez. Ebû Hânife’yi hepimiz tanıyoruz, biliyoruz. Niye? Çünkü onlar bizlere ilimlerini bıraktılar. Bir örnek vereyim; altının değerini sarraf bilir. Mesela bana tenekeyi boyayıp getirseler, bu altın deseler inanırım. Ama sarraf ilk bakışta altını tanır. Hamîdullah Hoca da altın değerindedir. Dünyada Muhammed Hamîdullah Hoca’nın arkasından giden âlimler var. 1980’de hocanın eserleri üzerine bir makale yazdılar. Sadece eserlerinin adları 16 sayfa sürüyor.
Hoca’nın Avrupa’daki Müslümanlar için önemi nedir?
Ben bizzat şuna şahit oldum; İnsanlar onun şahsını görerek iptida ettiler. Müslüman oldular. Tevazusundan, ilminden ve samimiyetinden dolayı herkes onu seviyordu. Onun son senelerinde Paris’e gitmiştim. Yanına iki kişi gelmişti. Müslüman olmak istiyorlardı. Hoca bizzat kağıtı kendi yazdı ve doldurdu ve Müslüman olmak isteyenlere birçok kez emin olup olmadıklarını sordu.
Uzun bir süre Viyana’da kaldınız ve orada hocalık yaptınız. Bu süre içerisine birçok öğrenci de yetiştirdiniz. Bu nedenle Avrupa’da yaşayan gençleri de yakından tanıyorsunuz. Buradaki gençlere/Müslümanlara neler önerirsiniz?
10 sene Viyana’da kaldım. Bizim tavsiyeden önce problem nedir onu bilmemiz gerekiyor. Bizim Müslümanlar gençlerin maalesef aşağılık kompleksi var. Bunu aşmanın yolu ilimdir. Bir Türk Alman’dan daha fazla Goethe’yi biliyorsa kendini aşmış demektir. Almanlardan daha iyi Almanca, Fransızlardan daha iyi Fransızca öğrenmeleri gerekiyor. Tek yolu budur, ilim. Kendi dinlerini ve yaşadıkları ülkelerin dillerini yerli halktan daha güzel öğrenmeleri gerekiyor. Örneğin bir Alman’a Schopenhauer şöyle dedi diyebilsinler vs. Bu da ancak okumak ile olur. Okumadan olmuyor.
Sohbetimizin sonunda İhsan Hoca, cüzdanında taşıdığı hocası Hamîdullah’ın fotoğrafını çıkararak gösteriyor. Fotoğrafa bakışlarından ona olan özlemi ve saygısı okunur olduğu hâlde ekliyor; “Fotoğraf çektirmezdi hiç. Bu da pasaport çıkartmak için mecburen çektirdiği ender fotoğraflardan.” Ne mutlu hocaların hocası Hamîdullah’a, ne mutlu ardında onun gibi kapanmayacak bir amel defteri bırakanlara.