Suçlama, Anla!

Suçlama, Anla!

Danışmanlığa gelen ailelerin ortak özelliği, tarafların hep birbirlerini suçlayıcı söylemlerde bulunmasıdır. Her birine göre yaşanan olumsuzlukların yegâne sorumlusu daima karşı taraftır. Değişmesi gereken kişi de odur. Bireyler kusuru diğerinde ararken, kendi yaptıklarının dahice işler olduğunu düşünür ve savunurlar.   Tabiri caizse “kimse burnundan kıl aldırmaz”. Hâl böyle olunca çözüme giden yol tıkanır. “O öyle olduğu için ben böyleyim”, “Ben böyleyim çünkü o öyle”  diyerek her biri kendi davranışına gerekçe olarak karşı tarafın davranışını gösterir. Bu tutumla birlikte taraflar başı sonu belli olmayan kısır bir döngünün içine girmiş olurlar.

“Karşı tarafı suçlamak” insan için en kolay çözümlerden biridir.  Ortaya bir sorun çıktığında veya bir olumsuzluk yaşandığında eşler birbirlerini, ebeveynler çocuklarını, çocuklar ise anne babalarını suçlayarak  kendini rahatlatmaya çalışırlar. Böyle davranınca  olayın vicdan ve sorumluluk yükünden kurtulacaklarını zannederler. Bu bir yanılsamadır. Çünkü aile içinde yaşanan sorunlar tek bir kişi veya şeyden kaynaklanmaz. Sorunlar aile bireylerinin karşılıklı etkileşimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Bu yüzden aile içinde yaşananlar herkesi etkiler. Sorunların çözümü ise her birinin payına düşen sorumluluğu üstlenmesi ile mümkündür. Değişimi karşı taraftan beklemeden her bir aile bireyi kendindeki hatalı davranışı görüp onu değiştirmek için çaba göstermesi gerekir. Yani işin özünde fedakârlık, hoşgörü, anlayış ve emek var.

Ancak genel olarak ailelerin bir sorun karşısında takındığı tavır bunun tam tersidir. Taraflar daha çok kendi haklılıklarını egemen kılma çabasına girerler. Halbuki mutsuz olduktan sonra haklı olmanın ne faydası var. Herkes olaya kendi penceresinden, kendi perspektifinden bakınca karşı tarafı anlamak mümkün olmuyor. Oysa herkes yaşananlara biraz da suçlayıp yargıladığı eşinin veya çocuklarının perspektifinden bakmaya çalışsa çözüme giden yol daha çabuk bulunur.  Karşı tarafı suçlamadan önce anlamaya çalışmak, ona söz hakkı tanımak bir erdemdir, zordur. Suçlamak, yargılamak daha kolaydır. İnsansa hep kolaya kaçma eğilimindedir. Suçlamayı ve yargılamayı seçer.

Daha birçok şey gibi suçlamayı da aslında çok küçük yaşlarda öğreniyor insan. Bazen kafasını masaya çarptığı için ağlayan çocuğunu masaya kızıp vurarak teselli eden bir anneden, bazen çocuğunun düşük not almasından öğretmenini sorumlu tutan babasından, bazen de evdeki huzursuzluktan gelinini veya damadını sorumlu tutan büyükanne ve dedesinden öğrenir çocuk suçlamayı. Çocukluğumuzdan itibaren öğrendiğimiz sorun çözme becerilerimiz, davranış ve düşünme kalıplarımız gün geliyor hatalı olduğu için başımıza bela oluyor. Yaşananlardan dolayı hep “karşısındakini suçlamak” alışkanlığı da bunlardan biridir. Suçlamak kişinin kendisine olan körlüğüdür. Bunu alışkanlık hâline getirmek tamamen bir kolaycılık, kadercilik ve eylemsizlik hâlidir. Bir özgüven sorunudur. Suçlamayı bir yaşam stratejisi hâline getiren kişi edilgen hatta aciz biri olduğunu ve hayatındaki hiçbir şeyi değiştirecek güce ve iradeye sahip olmadığını peşinen kabul etmiş olur.

Aile, insanın mutluluk, huzur ve güven depolayabildiği en önemli kurumdur. Aile bireyleri haklı olmak pahasına verdiği mücadeleyi durumu veya kendindeki kusurları düzeltmeye yönelik kullansa ne kadar mutlu aileler oluşurdu kimbilir. Dırdır eden bir anneye, ihmalkâr bir babaya, isyan eden çocuklara sorulsa böyle davranmak için ne çok gerekçe sunarlar bize. Her birinin davranışında derin duygusal ihtiyaçlar gizlidir halbuki. Herkes kendince en doğru olduğuna inandığı şekilde davranıyor. Herkesin  olumsuz da olsa davranışına getirdiği  kendince haklı gerekçeleri vardır mutlaka. Mesele dinlemekte. Dinleyebilmek ve anlamaya çalışmakta.

“Suçlamak anlamaktan daha kolaydır. Anlarsan değişmen gerekir.” der  Peyami Safa. Acaba bu yüzden mi anlamak istemez kişiler birbirlerini? Değişmekten korktukları veya değişmek zor geldiği için.